Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kuruluşunda bu ismi alması tesadüf değil. Bu kavramlar partinin tutacağı yolu özetliyordu. “Kalkınma”yı açıklamak, somut bir kavram olduğu için bir bakıma daha kolay, ama benim “adalet” kavramıyla ilgili bazı sorularım var. Yerleşik bir yoruma göre, bu kavram İslâmî düşünce geleneğinin köşetaşına atıfta bulunuyor. Yani burada adalet, bütün bir düşünce geleneğini ve belirli bir toplum anlayışını çağrıştırmakta. Oysa bana kalırsa, bu parti adalet derken, altı yüzyıl boyunca Kuran’ın emrettiği adaleti uygulama çabasındaki Osmanlı’dan farklı olarak, son yüzyılda olup bitene bir tepkiyi dile getiriyor. Dolayısıyla derin mânâ ve içerikten bir hayli yoksun. Parti bu ismi alırken, dindar Sünni kesimlerin neredeyse bir asırdır devlet eliyle kamusal alandan, ekonomiden, siyasetten, akademiden vd dışlanmasına, ibadetlerinin yasaklanmasına son vermeyi; böylece bu kesimler için adaletin sağlanmasını kastediyordu. AKP’ye haksızlık etmemek için, buna, dünyadaki mazlum Müslüman halkların ve toplulukların korunması ve desteklenmesi vizyonunu da eklemeli. Bu koruma ve kollama görevi Osmanlı’dan devralınan bir tutum olsa gerek.
Demem o ki, bugünkü muhafazakârlığa, Gülen dahil cemaatlere ve AKP’ye baktığımda, bu ülkede İslâmın “tüm kişilere adaletle yaklaş” mânevî ilkesinin bozulduğunu görüyorum. Bunun kanımca üç ana nedeni var. Birincisi, asırlara dayalı İslam tefekkürü ve tasavvuf düşüncesinin Osmanlı’yla birlikte yok edilmesinin yol açtığı büyük tahribat. “Kılıç artığı” diyebileceğimiz, kasabalara sıkışıp kalmış bir neslin bu düşünce mirasına yeterince sahip çıkıp çıkmadığı bence tartışma konusu. (Ayrıca bir parantez açarsak, İslam düşüncesi açısından merkezin Osmanlı kurumlarından Mısır’daki El-Ezher Üniversitesi’ne geçmiş olmasının sonuçlarını, en iyi Türkiye’deki ilâhiyatçılar ve dindar entelektüeller değerlendirebilir. Bu konuyu onlara bırakarak ikinci şıkkıma geleyim.) Bu bozulmanın bir nedeni de, İslâm ve Türklük nosyonlarının İttihat ve Terakki’den bu yana hiç olmayacak ölçüde, bizzat dindarlar tarafından Türklük lehine iç içe geçirilmiş olması. Üçüncü faktör, geleneksel iktisadî ve sosyal yapıların modernliğe — bizim ülkemiz bağlamında da ideolojik olarak Kemalizme — direnmesi ihtimalinin ortadan kalktığı bir dünyada yaşıyor olmamız. Bu olguya ben “mâneviyatın çöküşü” diyorum. Bu görüşümü bir veya birçok yazının konusu yapmak isterim.
Konumuza dönersek, “kalkınma” AKP açısından adalete kavuşmak için gerekli araç olarak gördükleri iktisadi ve kapitalist büyüme hedefiydi (yukarıda sözünü ettiğim yoruma göre, AKP’nin ismindeki “kalkınma” modernliği; buna karşılık “adalet” gelenekle bağı temsil ediyordu). Bu büyüme, büyük kentlerdeki sanayi ve ticaret erbabının ve büyük şirketlerin tekelciliğini kırmakla; dahası, adları İslâmiyetle birlikte anılan dezavantajlı kesimlerin ekonomiye dahli ile gerçekleşecekti. Tekelci sermayenin devlet eliyle korunmasının önüne geçilerek bu yöndeki yasalar, düzenlemeler değiştirilecek; böylece taşrada on yıllardır yasal önlemlerle durdurulmaya, engellenmeye çalışılan dindar girişimcilerin önü açılacaktı (gelenekten kopuşun habercisi olan hedef). Partinin adına yansıyan iki ana hedef buydu ve bunlar aslında Erbakan’ın ve Milli Görüş’ün programının bir nevi güncellenmesi demekti. On üç yıllık icraatte bu hedeflere kısmen ulaşıldı.
Yine de benim bugün üzerinde durmak istediğim konu, söz konusu on üç yıl içinde AKP yönetimiyle canlandırılmaya çalışılan muhafazakârlığın serencamı. Bilindiği gibi AKP programını topluma sunarken kendini “İslâmcı” değil “muhafazakâr” olarak tanımladı. Peki, neyi muhafaza edeceklerdi? Bir yandan, yukarda kısaca değindiğim iktisadi program doğrultusunda kapitalist üretim tarzını serbest piyasayı genişleterek devam ettirecek ve kalkınma hamleleriyle refah seviyesini yükselteceklerdi. Öte yandan — Şerif Mardin’in deyimlemesiyle — “aşırı Batılılaşma” ile kaybolmaya yüz tuttuğunu düşündükleri, tarihten gelen — çoğu ataerkil — toplumsal ve kültürel değerlerin günümüze geri kazanımını amaçlıyorlardı. Bu değerlere son yüzyılda eklemlenen Türklük ve Türkçülük ise zaten zımni kabul görüyordu. Muhafazakârlığın tanımı ve uygulamaları Müslüman (yani Sünni) ve Türk olmakla başlıyor; Batı’nın kültürel “yoz”laştırıcılığına alternatif “dindar nesiller” yetiştirmekle yol alıyordu. Eskilerin tabiriyle “Batının fenlerinden [teknolojisinden]” yararlanıp kültürel alanda İslam medeniyetinin Batı medeniyetinden üstün ve tercih edilir olduğunu savunmak, onları Cumhuriyet öncesinin mütefekkirleriyle birleştiriyordu.
Öte yandan, yine tıpkı öncelleri gibi kadın-erkek AKP’li muhafazakâr politikacılar, Batı icadı olarak gördükleri kadınların kurtuluşu kavramına — feminizme — karşı ailenin güçlenmesi tezini savundular. Kadına yönelik şiddetin eril hâkimiyet sistemini ifade etmediğini; tesadüfi ve dinden uzaklaşmayla bağlantılı olduğunu ileri sürdüler. Bir bakıma, onlar iktidara gelene değin varolan toplumsal ve ahlâkî kabulleri, kentlerde geçerli olan yaşam tarzlarını radikal bir biçimde değiştirmeyi; yerine, dinin ortodoks yorumuna dayalı bir ahlâkı geçirmeye yöneldiler. Bu cümleden olarak içki, flört, kadınların kahkaha atması vb. serbestiyetinin şeytanî olduğunun ilânı, kadın kamusallığının/giyiminin kontrolü, anneliğin — ve tabii eşlik vazifelerinin — yüceltilmesi gibi ataerkil önermeler AKP’nin sosyal programının önemli bir ayağını oluşturdu.
Ne var ki Türkiye, sadece AKP politikacıları ve oy verenlerinden ibaret değil. Neredeyse üç dört asırdır yaşam tarzının tartışıldığı, İslamiyet ile modernliğin gerilimi ve uyumu üzerine bir hayli mürekkep harcanmış bir düşünce geleneği de bu ülkenin geçmişini temsil ediyor. AKP muhafazakârlığı bu geleneği görmezden gelip, geçmişten beri var olan “nasıl yaşayacağız?” geriliminde “dinin katı ve dar prensipleriyle” cevabında ısrar etmekte beis görmedi – ki, Osmanlı’nın son döneminde dinin sosyal yaşamda düzenleyiciliği görüşü ılımlılıktan başlayıp dereceleniyor ve bir hayli çeşitlilik gösteriyordu. AKP’nin geçmiş düşünce geleneğinin zenginliğinden bihaber ısrarının sonuçları, ne yazık ki toplumda belirgin bir kamplaşma, düşmanlaşma ve kutuplaşma oldu. Laik kesimlerin iktidar mücadelesi bu meselenin bir yönüyse, ikinci ve daha kapsamlı yönünü AKP muhafazakârlığının tüm topluma yaşam tarzı dayatması oluşturdu. Üstelik daha önce kendilerine reva görülen eşitsiz, adaletsiz, aşağılayıcı muameleyi bu kez bunun faillerine yani laik kesimlere yönelterek. Rövanşizm yalnızca AKP iktidarına özgü değil, biliyorum; bu tutum Türkiye’deki çoğu siyasi odağın sorunu. Birbirinden öğrenerek ve model alarak sürüp gidiyor.
AKP muhafazakârlığının sosyal savaşı kısaca böyle cereyan etti. Türklük/Türkçülük boyutu ve bunun yol açtığı savaş ise gelecek yazının konusu.