Ana SayfaYazarlarSelin Sayek Böke hadisesi ya da ‘Müslüman olmayan’ın tekinsizliği

Selin Sayek Böke hadisesi ya da ‘Müslüman olmayan’ın tekinsizliği

 

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkan Yardımcısı Selin Sayek Böke’nin “Hıristiyanlığını ortaya çıkartan” gazetemiz, başta Başbakan Davutoğlu olmak üzere birçok siyasetçi tarafından eleştirildi, ayıplandı.

 

Konu kapanmış görünüyor ama hiç şüpheniz olmasın, siyaset ve medya dünyamız en kısa zamanda benzer bir “sorun” üretecek ve yeni bir tartışma başlatacaktır. Çünkü gerek devlette gerekse de medyada “Müslüman olmayan”ın tekinsizliğine dair derinlere işlemiş bir hissiyat vardır ve “politik doğruluk” kaygısıyla bastırılan bu hissiyat zaman zaman kaçınılmaz olarak kuvveden fiile çıkar: Bazen “Ermeni dölü” kılığında, bazen “terörist sünnetsiz çıktı” kılığında ama, her zaman…

 

Kadim hissiyatın dışavurumunun son versiyonu olan “Selin Sayek Böke Hıristiyan çıktı”nın yarattığı tartışmanın sıcaklığı kayboldu ama ben yine de konuya döneceğim. Çünkü tartışma, ya “bu çağda bu kafa!” faslından salt tepki yansıtan bir içerikte cereyan etti ya da “kaza” sayılıp geçildi. Sözünü ettiğim hissiyatın hangi derinliklere kök saldığı hususunda hemen hemen hiçbir şey söylenmedi. Oysa lapsuslar (beynin gizlemeye çalıştığını dilin fâş etmesi) çoğu zaman çok derinlerde bulunan bir şeyleri imâ ederler ve biz onları hakkıyla ele almaz, “kaza” deyip geçersek, lapsuslardan çıkarılabilecek dersleri çıkarmamış oluruz.

 

Ben bu yazıda, “Müslüman olmayan”ın tekinsizliğine dair algının gerek siyasette ve bürokraside gerekse medyada ne kadar yaygın olduğunu göstermek üzere, son 10 yıldan iki örneği hatırlatmaya çalışacağım.

 

Selin Sayek Böke hadisesinden çok daha kapsamlı olan ve süreklilik arz eden bu örneklerin de göstereceği gibi, medya ve devlet, toplumda “Müslüman olmayanın tekinsizliği” oltasına takılacak çok sayıda “av” olduğunu biliyor ve o nedenle sık sık bu algıyı piyasaya sürüyor. Bu anlamda, Selin Sayek Böke hadisesine de salt bir gazetenin aymazlığı gözüyle bakamayız; o gazetenin yöneticileri, o manşetin çok sayıda alıcısı olacağını gayet iyi biliyorlar. 

 

Taze örnek: Bursa’daki kilise

 

Ben bu yazıyla ilgili olarak internette kazı çalışması yaparken, konuya dair taptaze bir örnek haber çıkageldi. Haber, Bursa’da 1880’lerde kurulan fakat 10 yıllardır kullanılmadığı için harabeye dönen bir kiliseye dairdi ve gerisi de şöyleydi:

 

“Bursa'da yaşayan dört Hıristiyan topluluğu, 2002-2004 yıllarında restore ettikleri kiliseyi, büyükşehir belediyesi ile yaptıkları protokol sonucu ibadethane olarak kullanıyordu. Protestan Topluluğu'nun Pastörü İsmail Kulaçoğlu'nun verdiği bilgiye göre bu protokol, 2015 yılında bitti.

 

“Topluluğun başvurduğu büyükşehir belediyesi yetkilileri, bir şirket kurarak kendilerine başvurmalarını ve buna göre tahsis işlemi yapacaklarını belirtti. Şirket kurup belediyeye başvuran Hıristiyanlara dün (18 Şubat – A. G.) ‘Kiliseyi boşaltın’ haberi ulaştı. Vakıflar Genel Müdürlüğü'nden telefonda arandığını belirten Kulaçoğlu, ‘Daha önce yazılı ve sözlü bir bildirimde bile bulunmadılar. Birkaç gün içinde boşaltın ve bize boş halde bırakın, deyip gelecek hafta cuma gününe kadar süre verdiler’ diyor.” (Radikal, 19 Şubat).

 

Parantez: Bürokratlar siyasetçilerden daha kararlı

 

“Müslüman olmayan”ın tekinsizliğine dair algının devletteki ve medyadaki yansımalarına dair iki örneğe geçmeden önce, devletteki algının “siyasetçi” ve “bürokrat” düzeylerinde giderek farklılaşmakta olduğunun altını çizmek isterim… Siyasetçiler, uluslararası alanda karşılarına zorluk olarak çıkan “Müslüman olmayanın tekinsizliği” algısından pragmatik gerekçelerle uzaklaşma eğilimi gösterirlerken, sırtlarında böyle bir yumurta küfesi taşımayan bürokratlarda hiçbir esneme görülmüyor; meğerki siyasetçiler tarafından iyice sıkıştırılsınlar ve taviz vermeye mecbur kalsınlar.

 

Bu çerçevede, Bursa’da yaşanmakta olan gelişmenin de bir bürokrat marifeti olma ihtimalini yüksek görüyorum.

 

Parantezi kapatmadan önce, bürokratların Müslüman olmayanlara antipatilerinin nerelere varacağını gösteren bir örnek daha vereyim…

 

Malûm, hükümetin Ermeni Vakıfları’na ait taşınmazları sahiplerine iade etmesi yönündeki siyasi kararlılık 2013’te meyvesini vermiş, çok sayıda taşınmaz iade edilmişti. Hatırlatacağım olay ondan yaklaşık bir yıl öncesine gidiyor. Başbakan ve Dışişleri Bakanı’nın “iade” yönünde net açıklamalar yaptıkları günlerdi… Bana “vay canına” dedirten açıklama, o günlerde Patrikhane’nin avukatı Kezban Hatemi tarafından yapılmıştı. Hatemi, Başbakan’ın ve Dışişleri Bakanı’nın açık iradelerine rağmen Dışişleri bürokrasisinin buna direndiğini, hatta “malların iadesi yerine parasal karşılıklarının ödenmesi” yönünde gizli ibareli bir belge hazırladıklarını, bunu da bizzat gördüğünü söylemişti o açıklamasında…

 

Artık baştan beri sözünü ettiğim iki örneğe geçebiliriz… Birinci örnek medyadan, ikinci örnek devletten yani siyasetçilerden ve bürokratlardan…

 

Algıya savaş açanın kendi televizyonu

 

Hükümetle Cemaat’in henüz biribirlerine girmedikleri günlerdi, Cemaatin entelektüel yüzü Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, 11-12 Mayıs 2012 tarihlerinde Heybeliada’daki Ruhban Okulu’nda “Medyamızda Gayri Müslim Algısı” başlıklı bir çalıştay düzenlemişti. Toplantıda ben de “Medya tecrübemizde gayrimüslim önyargısının beslenmesi ve tahkimi” başlıklı bir sunum yapmıştım.

 

Ben sunumumda, medyadaki gayrimüslim algısını problemli görüp bir çalıştayın konusu yapan bir cemaatin, kendi televizyonlarındaki popüler diziler (Şefkat Tepe, Tek Türkiye vb.) üzerinden yürüttüğü “Müslüman olmayana lânet” propagandası arasındaki çelişkiye dikkat çektim. O çalıştayı düzenleyen insanlarla o televizyonları yöneten insanların aynı dindarlık algısına sahip oluşları bana çok tuhaf gelmişti. Konuşmamda, eleştirdiğim dizilere dair daha önce kaleme aldığım bir yazıdan bir bölümü de okudum. Şöyleydi o bölüm:

 

“Karşımda biçimsel olarak televizyon standartlarıyla değerlendirildiğinde dahi bir karikatür; içerik olarak ise medeni bir ülkede kesinlikle ‘nefret söylemi’ çerçevesinde değerlendirilip defteri dürülecek bir dizi vardı. Mesela bir bölümde, erlerden biri, komutanının ‘dağ faresi’ dediği birkaç PKK’lıyla ilgili olarak ‘Komutanım, bu hamsileri yağda mı kızartayım, yoksa buğulama mı yapayım’ diye soruyordu.”

 

Diziyi konumuz açısından daha korkunç ve öğretici kılan şey, “dağ fareleri”nin kendilerini “gayrimüslim” bir inancın (Zerdüştlük) iğvasına kaptırmış olmalarıydı: Zerdüştlük dizide açıkça, onların her şeyi hak ettiklerini kanıtlayan bir öge olarak, “Ermeni dölü”nün taze bir versiyonu olarak kullanılıyordu.

 

Aylarca, yıllarca sürdü bu diziler…

 

Unutmayın: Sözünü ettiğim diziler, dünya çapında “dinler arası diyalog” toplantıları düzenleyen bir cemaatin televizyonlarından yayımlanıyordu ve reytinglerde her zaman üst sıralarda yer alıyorlardı. Yani “Müslüman olmayanın tekinsizliği”, toplumda alıcısı olan bir hissiyattı.

 

Benim için, anlatmaya çalıştığım hissiyatın medyadaki dışavurumlarından en çarpıcısı, muhtevasındaki cüret ve bunu sürekli olarak yapması nedeniyle bu dizilerdi. Yoksa, her gün gazetelerde bu hissiyatı fâş eden bölük pörçük bir sürü haber-yorum çıkıyor. Sadece, her pazartesi nefretsöylemi.org tarafından başkalarının yanı sıra benim e-posta kutuma da gönderilen basından haftalık nefret söylemi örneklerini sıralasam yeter.

 

Devlet ve misyonerlik

 

Devletteki “Müslüman olmayanın tekinsizliği” hissiyatının boyutlarını ve derinliğini anlamak için de gayrimüslim azınlıklar ve misyonerler meselesine bakmamız gerekir.

 

Kadrolarında azınlıklara yer açmayı reddeden bir devletin, özellikle toplum içinde yürütülen misyonerlik (Hıristiyanlığa davet) girişimlerine karşı yürürlüğe koyduğu teyakkuz hali, konumuz açısından çok şey söylüyor.

 

Misyonerlik söz konusu olduğunda, “irtica”ya savaş açmış yüksek devlet görevlilerinin ve siyasetçilerin dahi bambaşka bir dil kullandıklarını biliyoruz. Söylemdeki bu değişiklik  elbette Müslümanlığa duyulan sempatiyi değil, “Müslüman olmayan”ın yol açtığı tekinsizlik duygusunu yansıtıyor. Hatırlayalım: 2000’li yılların ilk 10 yılında iyice yoğunlaşan anti-misyoner kampanyaya Rahşan Ecevit bile katılmış, “din elden gidiyor” (kendi kelimeleri) diye feryat etmişti.

 

2002’den sonraki yıllarda Milli Güvenlik Kurulu’nda (MGK) askerlerin, “irticacı” diye suçladığı siyasetçilere verdikleri brifingler de unutulmamalı… Darbe Günlükleri’nde yer alan bazı notlar, misyonerlik söz konusu olduğunda askerlerle “irticacı” siyasetçilerin nasıl aynı noktada buluşabildiklerini ortaya koyuyordu.

 

Günah keçisini taşladık ama…

 

Selin Sayek Böke’nin Hıristiyanlığını “ortaya çıkartan” gazeteyi hep birlikte taşladık ama, görüldüğü gibi “Müslüman olmayan”a karşı geliştirilen alerji, devletten medya aracılığı ile topluma pompalanan, fakat toplumda da zaten derin kökleri olan bir hissiyat…

 

Yani mesele büyük ve derin.

- Advertisment -