Dump, bu yazı yazılırken hâlâ kapalı olan Instagram’a ait kavramlardan biri. Seri halinde fotoğrafı post olarak atmaya deniyor.
Genelde gezilerin ardından yapılıyor.
Tıpkı CHP Genel başkanı Özgür Özel’in birkaç gündür Paris’ten yaptığı paylaşımlar gibi.
Henüz “ardından” sayılmaz, CHP’liler tam kadro Olimpiyatlardalar.
2000 yılında ev sahipliğine çok yaklaşan Türkiye, 2036’yı hedefliyor. Bunun için en iyi kulis yapılacak yer tabii ki olimpiyatlar.
Ama herhalde bu PR’ın en iyi yolu, olimpiyatlarda daha başarılı olmaktan geçiyordu.
Her ne kadar daha fazla alanda milli sporcular finallerde yarışsa da, bronz, gümüş madalyalar alsa da, Türkiye 1984’den bu yana ilk kez bir olimpiyatı altınsız tamamlayacak gibi.
Paris olimpiyatlarından geriye kalacak birkaç unutulmaz arasına şimdiden giren Yusuf Dikeç ile teselli bulabiliriz.
Olimpiyat oyunları sırasında ülkeler kendilerini tanıtan evler açıyorlar. Paris’te de bu evlerden 34 adet varmış.
Kenya Evi de var, BAE evi de. Sırbistan, Slovakya, Meksika, Moğolistan evler açmış, misafirlerini ağırlıyor.
Türkiye, devlet olarak böyle bir ev açmamış. İBB, “İstanbul Evi” olarak açtı. Paris’in meşhur moda müzesi 249 bin Euroya bir haftalık kiralanmış ve olimpiyatların sonuna ev yetiştirilmiş.
Ekrem İmamoğlu, Özgür Özel bu evin açılışını yaptılar.
Ama buraya kadarki kısımda bir sorun yok.
Türkiye’nin ekonomisi ne durumda olursa olsun, bu, Türkiye’nin dünyadan çekilmesi anlamına gelemez.
Aksini söylemek, Türkiye’de müşterisi de her zaman çok olan, işe yaramaz bir popülizm olur.
Bir ara İstanbul’a lale dikilmesine bile “aç insanlar var” diyerek karşı çıkılmıştı.
Ama Paris’te Eyfel Kulesi’ni gören plaj voleybolu sahasında ailece poz verip bunu dört birbirine benzeyen fotoyla paylaşırsan, gelen eleştirileri popülizm diyerek savuşturmak zor olur.
İstanbul Evi açılında sahneye CHP İstanbul İl Başkanı çıkarırsan, Paris’e İstanbul’un CHP’li bütün ilçe belediye başkanlarını eşleriyle götürürsen, o başkanlar da Paris’i gezip mutluluk pozlarını her yerden paylaşırsa, bu, ancak empati yoksunluğu olabilir.
Yani kamusal fayda üreten bir iş üretmekle Paris turu arasında ince bir çizgi var.
Millilerin müsabakalarında fotoğraflara gelmeyen tepkilerin Paris gezi hatıralarına gelmesi de ondan.
Muhtemelen bu organizasyonları yapanlar da itibardan tasarruf etmek istememişler.
Belki “İtibardan tasarruf olmaz” sözü Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ait, ama o aslında Türkiye’deki iktidar etme geleneğinin bir ürünü.
Çünkü itibardan tasarruf Türkiye’de takdir edilen bir şey değildir, zayıflık olarak görülmüştür.
Ecevit’in ekonomik krizde makam arabası olarak Kartal kullanması o zaman bile ayıplanmıştı.
Türkiye’de toplum güç sahiplerinden güçlü olmalarını, güçlü görünmelerini bekler.
Yoksul yönetici oksimorondur.
Yöneticinin sadece zengin ve güçlü olanı sevilmez, bunu paylaşanı da sevilir.
Hatta bunun bir adı bile var; potlaç.
“Doksan başlı otağlarını kara yerin üzerine diktirmişti. Doksan yerde alaca halı, ipek döşemişti. Seksen yerde büyük kaplar kurulmuştu. Altın kadehler, sürahiler dizilmişti. Dokuz kara gözlü, güzel yüzlü, saçı ardına örülü, göğsü kızıl düğmeli, elleri bileğinden kınalı, parmakları süslü dilber kâfir kızları kudretli Oğuz beylerine kadeh sunup, içiyorlardı. İçip içip Ulaş oğlu Salur Kazan’ın alnına şarabın keskini çıktı. (Sarhoş oldu) Kaba dizi üzerine çöktü (doğruldu) dedi: “Ünümü anlayın beyler, sözümü dinleyin beyler…”
Dede Korkut hikayelerinden Salur Kazan’ın Evi Yağmalanması böyle başlar.
Salur Kazan, Dede Korkut hikayelerinde en çok geçen Oğuz beyidir.
Ziya Gökalp, Türk Medeniyet Tarihi’nde Dede Korkut hikayesinin bu girişini eski Oğuzlar’daki “potlaç” geleneğine örnek olarak gösterir.
Potlaç, paranın olmadığı ilkel toplumların çoğunda olan bir adete Kızılderililerin verdiği ad.
Bir şölen düzenlenip fazla/artık mallar bir meydanda toplanıyor ve herkes birbirine hediyeler veriyordu.
Ama bu sadece bir erken sosyalizm deneyimi ya da imece olarak değerler yüklenecek bir adet değildi.
Esas olarak bir güç gösterisiydi. Karşılıklı hediye vermek zorunluydu, hediyeler arasındaki değer farkları, borçlu çıkmak, altta kalmak, ezilmek, üstünlük kurmak gibi toplumsal ve siyasi sonuçlar doğuruyordu.
Ziya Gökalp de “potlaç”ın ortaya çıkmasıyla aristokratlığa geçildiğini, egemen kişi ve ailelerin ortaya çıktığını yazar:
“İşte görülüyor ki eski Oğuzlar’da gerçek bir potlaç vardı. Kazan ilkin boyuna evini yağmalatarak onları yani Salur boyunu egemenliği altına aldı. Ondan sonra kendi kolu olan Üç Oklar’a yani İç Oğuz’a evini yağmalatarak onların tümünü egemenliği altına aldı….”
Evini yağmalatarak egemenlik kurmak…
Şimdi bize tuhaf gelse de aslında yüzyıllar boyunca yaşayan bir iktidar kurma biçimi bu.
Bu gelenek Oğuzlardan Osmanlı’ya geçen “han-ı yağma”yla yaşamaya devam etmişti. Tevfik Fikret’in şiirinden bildiğimiz ‘han-ı yağma’ hanlar veya sultanların bayramlarda ve düğünlerde halka verdiği büyük ziyafetlerdi. Bu ziyafetlerde tabaklara, kaşıklara kadar her şeyi yağmalamak serbestti.
Padişahların tahta çıkarken devlet erkanına ve askerlere cülus bahşişi dağıtma adeti de bu geleneğin bir devamı.
Cumhuriyetle birlikte de bu gelenek kamu kaynaklarını, kamu pozisyonlarını, arazilerini kamu ihalelerini eşe, dosta, yandaşa dağıtmak yani yine devleti yağmalatmak olarak gelenek devam etti.
Bir resmi geziye 100 kişi götürmek, futbol şampiyonasında tanıdıklara bilet dağıtmak, gazetecileri şirket gezilerinde ağırlamak, Paris’te, Berlin’e kafileler taşımak, kendine yakın insanlara bakmak, meseleleriyle ilgilenmek, ihtiyaçlarını gidermek…
Bunlar da potlaç kültürünün modern uygulamaları.
AK Parti iktidarının en büyük gücü bu potlacı daha geniş bir sosyolojik sınıfa yaymak oldu, daha büyük parçayla ise iktidara tam sadık bir nomenklatura sınıfı yaratıldı.
Muhalefetin de bundan geri kalacağını sanmak saflık olur.
Toplum, beklentiler, insan profilleri iktidardan muhalefete değişmiyor.
Muhalefetin Paris’ten verdiği fotoğraflardaki sorun fazla heveskar ve hedonist görünmeleriydi.
O yüzden bu dump fazla like almadı.