Mülteci tarihini yazmak, savaştaki insanın hikayesini anlatmak zor iş, çünkü makamı hazin.
Dalgaların üşümesin diye üstünü örttüğü, göç yolunda kırılan bütün çocukların simgesi Aylan Kurdi’nin kıyıya vuran ölüsünden, daha dün kimyasalla boğulan el kadar bebelerin çırpınışından, Esed denen yaratığın kimyasal katliam yapıp, Duma’da bebekleri vurduğuna kadar, dayanması zor, çözümü daha zor…
Bebekler, çocuklar ölmecilik oynuyor, avuntusuyla susup, olanlara göz yumarken uygar geçinenler, 215 saldırının mimarı o mahluk uluslararası toplumca hoşgörülüp, kışkırtılırken, asıl hedefin bugüne kadar bir milyon kişinin, bebeği, çocuğu, kadını, yaşlısıyla kurban edilmesi altında, Astana’da başlayıp, Soçi’yle süren siyasi müzakere süreci olduğu açık.
Vatansız bırakılan onca insan dörme döküm yollarda, çocuğu yaşlısı kadınıyla yakılır, kimyasalla boğulurken, ağaçlar kuşlar bile bu kıyımdan nasibini alırken, bölge sınırlarını değiştiren hainler elinden geleni ardına komazken, neredesiniz ey insanlar?
Zor elbet, insan olabilmek, insan kalabilmek hain ve zalim olmaktan çok zor…
İşlevsiz BM ve insan severcilik oynayan, onu bile oynayamayıp eline yüzüne bulaştıran batı her bombada, her kimyasal saldırıda, çocuklar bebeler ölende kına yakıyor olmalı…
Biz nutkumuz tutulmuş, ‘geceleyin karanlıkta/ suya attım ben sesimi/türkü oldu birdenbire/denizinden geçen gemi…’ diyoruz, sonsuzluk yolcusu sevgili Ülkü Tamer gibi. Sevgili şairimiz, kimyasal kurbanı çocukların elinden tutmuş gidiyorken, onları avutmak için ‘Geceleyin karanlıkta/gülümsedim buluta ben/saçlarına düşen yağmur/gökkuşağı oldu birden’ diyor.
Oysa hepimiz biliyoruz üstlerine düşen kimyasal, ne yağmurla ne su tutmakla geçiyor, yanmak ve ölmek kaçınılmaz. Ölümün üstünde gökkuşağının açması , hakgetire…
İzmir’li Yakın Kitabevi’nin Şubat ayında çıkardığı ‘Yakından Geçen Mülteci Öyküler’ kitabını Handan Gökçek derlemiş, Leyla Borovalı’nın pek güzel kapak resmiyle , incecik, anlamı derin, sızısı ağır bir ortak kitap çıkmış ortaya.
Kapaktan başlayarak siyah beyaz kurgulanması, mülteci hikayelerinin de siyah beyaz oluşuna gönderme yapar gibi, beyaz sözün gelişi, ortak tema tümden siyah…
Cezayir’li Fadela Chaim-Allami, Ayşegül Utku Günaydın, Nergis Seli, Aysel Kocadağ, Elif Eda Doğan, Duygu Özsüphandağ Yayman, Dilek Çoban, Başak Beykoz, Kumru Eğrilmez, konuk yazarlar: Pelin Batu, Bade Osma Erbayav, Tekgül Arı, Polat Özlüoğlu, Zerrin Saral, Handan Gökçek’in öykülerinden oluşuyor kitap. Söyleyecek sözü, anlatacak derdi olan öykü sevdalıları yaza sile, okuya söyleye, iki yıl boyu okuma yazma atölyesi yaptıktan sonra bir de baksınlar ne görsünler, kalemleri kalem olmaktan çıkıp nefes almaya, fısıldamaya başlamış.Dertleri insanlık tarihiyle yaşıt olan ‘mülteci’lik…
Mülteci sorunu dünyanın gündeminde ve her günün manşeti olsa da sorunu çözmeye niyet yok, niyeti olanın da çabası yetmiyor…Orta Doğu’daki Hitit’lerden, Antik Yunanlılar’a, Babil’den, Asurlular’a kadar büyük imparatorluklar döneminde, yani 3.500 yıl önce yazılmış metinlerde bile mülteci kavramı üstünden anlatılar varken, günümüzde başta silah tacirleri ve ‘dünya benimdir, herkes kul’umdur’ diyenler yanında BM, bazı tuzu kuru ülkeler ve kimileri için mülteci ha var, ha yok…Mülteci dediğin zaten bugün var, yarın yok…
Kitapta erkeğin adı yok , azıcık var, P.Özlüoğlu dışında kadınlar yoğuruyor merhametin, düşünmenin, barışın hamurunu, (belki erkek de o hamurun mayası) kadınıyla erkeğiyle, elbirliğiyle yoğurup tava getiriyorlar, keşke siyasiler de bunu yapabilse…
F.C-Allami’nin ‘Suya düşen ve yolda kalan hayaller’, A.U.Günaydın’ın ‘Av’, N.Seli’nin ‘Nice to meet you’ ve ‘Uyku’, ‘Cep Aynası Devleri’ adlı öyküleri, A.Kocadağ’ın ‘İşgal’i, E.E.Doğan’ın ‘Yoldaş’ı, Duygu Ö.Yayman’ın usta işi öyküsü ‘Kardeşimin Yeleği’ yanısıra , hele ekranlarda savaş haberleri verilirken arkada suskun ve yaralanmış duran zeytinlikleri düşününce, gene Duygu’nun ‘Zeytin Ağacı’ öyküsü, D.Çoban’ın ‘Vatansız’ ı, yarım sayfacık öyküsü ‘Olmaz’ …
B.Beykoz’un ‘Yapboz’ öyküsü, kalbe derin yazılan…K.Eğilmez’in ‘Zade’si. Konuk yazarlar P. Batu, B.O.Erbayav, T.Arı, P.Özlüoğlu, Z.Saral ve H.Gökçek’in öyküleri önemli, özel, güzel…Kimi tek sayfa, kimi yarım sayfa, kimi birkaç sayfa, ama, çığlık ortak, güçlü, derde derman olmasa da, duymak isteyenlere yeter…Farklı meslek sahibi, ama, yolları edebiyatla kesişen bu gencecik yazarlar savaşın acısını canlarında duyarak anlatıyor, mülteciye tanık olmayı…Doğurmayı, doğumun hayata çıkan sancılarını bilen kadınlar, kalemleriyle deşiyor yarayı. ‘Kurtuluş yakın’ der gibi hepsi, ama ilkin kanı duyun, çocuklara kadınlara kıyıldığını farkedin , olanı biteni kayda geçirin, unutmayın, unutturmayın…
Olancası 120 sayfa, döküp döşediği hem ölüm, hem çözüm, hem umut…
O çaresiz mülteci ordusu hiçbirşeysiz kapımıza dayandığında, kapını tıklatanı buyur et kültürümüz ve insanlığımız gereği onları ömrümüze buyur ettiğimizde, öbür sınır kentlerimiz gibi, İzmir’in varoşları, Basmane’si başta, camii avluları, okul bahçeleri, Tilkilik’in her köşesi ve bütün kaldırım üstleri çaresizlerle doldu. Kimileri onlara kapıyı gösterdi. İzmir ama, bu kitabın arka kapağından (ve Allami’nin kaleminden) vicdanın sesini yükseltti:
‘İsteyen istediğini söyleyebilir.”Herkesi birden ağırlayamayız” denebilir, “Ülkelerinde kalsınlar” denebilir.”Ülkeleri için savaşsınlar, zaten hastalık taşıyorlar” denebilir, “Ekmeğimizi çalıyorlar” denebilir. Hiçbir söz bu itirazları haklı çıkarmıyor, çünkü cenazelerimizin farkı yok birbirinden. Yenilmezliğimizle, adaletimizle, kibrimizle ve olmayan tarihi belleğimizle o kadar güçlüyüz ki, ölüm kimseyi ayırdetmeden kapımızı çalıyor, sefalet ve savaş hiç ummadığımız yerde bizi bekliyor’
Vicdan köprüsünden önce son çıkış, tabelası gibi bu yorum, ihtaren uyarıyor hepimizi, bu kitabı okuyun, hikayesi anlatılamayanları farkedin, dercesine, siz de mülteci tarihinin peşine düşün, ötekileştirmeden, suçlayıp kınamadan, içiniz sızlayıp anlayarak, onlara kulak verin, siyasileri uyarın, emperyalist silah tacirlerinin dümenine dikkat çekin, uluslararası toplumun aklına, kalbine seslenin, susmayın, siz de söyleyin…
Hiçbir şey söyleyemiyorsanız, Cesar Vallejo’nun Ülkü Tamer’in çevirdiği dizelerini söyleyin: ‘ İnsanı çocuklara bölen öfke,/çocuğu eşit kuşlara bölen,/ kuşu, küçük yumurtalara;/ yoksulun öfkesi/ bir zeytin taşır, iki üzüme karşı’
Kimbilir, belki vicdanımızın sesi, dilimizin, gözümüzün, kalbimizin bağı mültecilerin tarihi doğru yazıldıkça, hikayeleri anlatılıp şiiri söylendikçe çözülür…Aslolan silah, kimyasal, düşmanlık ve silah tacirlerinin kazancı değil, aslolan barış. Ama, yanlış siyasetler üstüne tüy dikercesine söylenen, ayıba perde barış değil, savaştan, ölümden, vatansızlıktan, çocuklarla bebelerin yakılmasından, insanlığın yıkılmasından,vicdanın hükümsüz kılınmasından sonra gelmesi şart olan, elbirliğiyle, dayanışarak ve çözüm için gelecek olan barış…
Hikaye, şiir, şarkı , siyasi çözüm sağlanınca, savaş yaralarını saracak olandır…Çocukların yaşamak oyunu oynamasını , çileli insanların ülkelerine, evlerine, sularına, şarkılarına dönmesini, kendi hikaye ve şarkılarını kendilerinin söylemesini sağlayacak olan…