İnsanlığın tarihi, belki tüm canlıların tarihi, yaşamını sürdürebilecek, ya da daha iyi sürdürebilecek uygun coğrafi alanlar aramanın da tarihidir. Kesin olarak tüm detaylarını bilme şansımızın olmadığı insan ve hayvan göçleri bunun göstergeleridir. Bir momentten sonra, ilk ortaya çıktıkları alanda yaşama şansı azalan ya da yok olan tüm canlılar, kendilerine daha iyi yaşayabilecekleri alanlar aramış; gücü yetenler başarmış, gücü yetmeyenler yok olmuş.
Konumuz şu anda insan. İnsanlar daha iradi bir canlı türü olduklarından — keşke olmasalardı — tarihsel süreç içinde önce birlikte üretip birlikte tüketmiş; ama bir andan itibaren, topluca ürettiklerine içlerinden bir kısmı el koymaya başlamış. El koyanlar buna uygun araçlar da yaratmışlar. Kendilerine itaat eden silahlı güçler kurmuşlar. Adına asker, ardından ordu dedikleri silâhlı güçleriyle, kendi egemenlik alanlarını yaratıp devlet olmuşlar, imparatorluk olmuşlar. Tüm yerkürede böylesi oluşumlar çoğaldıkça, bir birlerini yok etme, teslim alma eylemleri başlamış. Adına savaş demişler. Savaş dedikleri şey, yaratılan ve yaratmaya uygun tüm maddi ve doğal zenginliklere el koyma eylemi olmuş. Tarih ilerleyip insanlık dinsel, kültürel özellikler kazandıkça, savaşlarının boyutlarına — özü değişmeden — yeni faktörler de eklenmiş.
Derken, adına kapitalizm denilen yeni bir sürecin içine girmişiz. Ana felsefesinde KÂR olan, her ne pahasına olursa olsun KÂR olan bir sistem çıkmış ortaya. Yüzlerce silahlı ordusu olan devletler çağına girmişiz. Yerküre tarihinde hiç görmediği bir adaletsizlik ve eşitsizlikle tanışmış. Sadece ürünlerin tamamına yakınına el koyanlar ile geri kalanlar arasında değil, adına devlet denen ve belli bir toprak parçasında yaşayanlar ile diğer bir parçada yaşayanlar arasında da inanılmaz farklılıklar çıkmış ortaya. Zenginlik bir yanda, yoksulluk diğer yanda birikmiş. Adaletsiz bir dünya yaratılmış. Bu adaletsiz dünyanın kaçınılmaz bir parçası olmuş savaşlar. Milyarlarca insan kendini, bazen bir anda, bazen farklı zamanlarda bu çelişki ve savaşların içinde ya da tehdidi altında bulmuş. Başka göçler başlamış bu kez. Bazen bireysel, bazen kitlesel göçler. Bu göçlerin bileşenlerine; çoğu kadın, yaşlı, çocuk ya da savaşmak istemeyen bu çaresiz insan yığınına MÜLTECİ denmiş çağımızda.
Mülteciler, eşitsiz ve adaletsiz dünyamızda, o eşitsiz ve adaletsiz dünyanın yöneticilerince hiç sıcak karşılanmadı. O adaletsiz ve eşitsiz dünyanın yöneticilerinin ideolojisinden etkilenen, her an mülteci olma potansiyeli taşıyan insanlar tarafından da.
Çoğu ülkeler, çok daha yoğun olarak, yıllar önce tanıştı böylesi mültecilerle. Biz yeni tanıştık. Komşumuzdaki savaştan kaçan milyonlarca insan komşusuna, “bize” sığındı.
O mültecilerin, çok küçük istisnası dışında, ölümden kaçanlar olduğunu biliyoruz. O mültecilerin çaresizliğinin bu adaletsiz dünyanın yöneticileri tarafından bir birlerine karşı bir pazarlık aracı gibi kullanıldığını da biliyoruz. Ama çok daha önemlisi, hattâ en önemlisi, onların çocuk, kadın, yaşlı ve çaresiz olduklarını biliyoruz.
Onlara bulundukları kamplarda, yaşadıkları bodrum katlarında, sokakta vb el uzatma şansımız var. Evimizde bir çay ikram etme, hasta bir çocuğuna yardımcı olma şansımız var. Onları insanlık duygularını kaybetmiş adaletsiz yöneticilerin “oyuncağı” olmaktan kurtarmak için “ufak” bir katkı sunma şansımız var.
Onların acılarının bir parçası olma, onları ortak acılarımızın, ORTAK GELECEĞİMİZİN bir parçasına dönüştürme şansımız var.
Onlara ilk cümlemiz, “MÜLTECİLER HOŞ GELDİNİZ, BU TOPRAKLAR HEPİMİZE YETER” olmalı.