68 olaylarının 50 yılını geride bıraktık. O günlerin 20'li yaşlarındaki 'isyancı çocukları'ndan hayatta kalanlar, 70'lerine geldi.
Geçmişimizle ciddi bir hesaplaşma yaşadık mı? Maalesef yaşamadık. Ben dahil bazılarımız anılarımızı yazsak da, yer yer eleştirel gözlemlerimizi ifade etsek de, bunların 68'i anlamaya yeteceğini sanmıyorum.
İşte bu hesaplaşmaya yönelik ciddi adımlardan birisini Münir Aktolga attı. Geçtiğimiz günlerde yayınlanan Hatıralar kitabıyla, ciddi bir muhasebeye girişmiş durumda. Aslında o ilk çıkışlarını cezaevindeyken yapmış, bu nedenle "mahalle" tarafından dışlanmıştı.
Münir'i günümüz genç kuşakları pek bilmez, ama o 68 gençlik eylemlerinin tanınmış isimlerinden birisiydi.
Şimdi Almanya'da yaşayan Münir, 1968 yılında yayınlanan Aydınlık dergisinin kurucuları arasındaydı. Ortadoğu Teknik Üniversitesi'ndeki eylemlerin öncülerindendi. Mahir Çayan'la birlikte THKP-C'nin ilk kurucularındandı.
Bir dönem birlikte Aydınlık dergisi çevresinde hareket ettiğimiz Münir'le yollarımız ayrılmıştı. Onlar, "silahlı propaganda" yoluyla değişik eylemlere girişmişlerdi. İstanbul'da İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom'un kaçırılıp 21 Mayıs 1971 tarihinde öldürülmesiyle, her şey alt üst oldu.
Münir'le 12 Mart 1971 askeri darbesinden sonra Yıldırım Bölge cezaevinde birlikteydik. Darbenin ilk aylarıydı. Münir, cezaevinden kaçtı.
30 Mart 1972 tarihinde Kızıldere'de Mahir Çayan ve dokuz arkadaşı güvenlik güçlerince öldürüldü.
Bir ay sonra da Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan, Hüseyin İnan, tutuklu oldukları Mamak Askeri Cezaevinden alınıp Ankara Ulucanlar cezaevinde idam edildi.
Yaşlarımız 20-25 arasındaydı. Topu topu iki üç yıla sığan onlarca eylem yaşadık. Ancak bu dönemin eylemleri, eleştiriden geçirilmek yerine "örnek" kahramanlıklara dönüştü. Sol şiddet eylemleriyle esas olarak yüzleşmedi.
"Mahalle"nin baskılarına aldırmayan Münir, tecrit karşısında elşetirilerini yılmadan sürdürdü. Hatıralar kitabı da işte bu hesaplaşmanın bir devamı.
Münir'le ilgili ekşi sözlük'te bizim kuşaktan bir 68'li şu saptamayı yapmış:
"Münir Ramazan Aktolga, bizim bugün yakaladığımızı sandığımız bir çok farklı bakışı taa 1970'lerde hapiste, mahkemede cesurca dile getirmiş bir aktivistti. Askeri vesayeti, bürokratik iktidarı, devlet sınıfını ilk fark edenlerdendi. "Ülkemizdeki solun aslında sağ, sağın da sol olabileceği" biçimindeki İdris Küçükömer yaklaşımını en iyi anlayan ve anlatan az sayıdaki kişilerdendi. Din olgusuna yanlış bakışımızın tüm politik strateji ve taktiklerimizi bozduğunu ilk fark edenlerdendi. Burjuva demokratik devrimin, bu topraklarda biraz farklı geliştiğine işaret eden ve bu doğrultudaki ilerleme adımlarını çok önemseyendi.
Bu farklılıkları nedeniyle eski yol arkadaşları ona yönelik dönek, mevlânâ, revizyonist, abdülhamitçi, demirelci biçimindeki ‘övgüler’ini 45 yıldır hiç eksiltmediler. Ancak o bildiklerini ısrarla geliştirmeyi sürdürdü. Sanal alemde kendi arşivini yarattı."
Aktolga'nın Hatıralar (Alter yayıncılık) başlıklı 600 sayfalık kitabını heyecanla ve merakla okudum. Münir kitabın kapağına "Nereden Başlamıştık, Nerelere Gitti İşin Ucu" deyişini de eklemiş.
Kitap, onun deyimiyle, "68'den günümüze, ideolojik, teorik bir arkeoloji çalışması."
Her ne kadar başlık Hatıralar da olsa, daha çok analiz tarafı ağır basan, olayları uzun siyasi, sosyal ve felsefi değerlendirmelerle anlatan bir kitaptan söz ediyoruz.
Münir, 68'deki "devrimci" hareketin temel zaaflarını; "devletçilik" ve devleti kurtarma misyonunu üstlenen “darbecilik” olarak teşhis ediyor. Münir'e göre, darbeciliğin peşine takılan, onun çizdiği sınırların dışına çıkamayan Türk solu ve isyancı gençler, idealistlikleri ve fedakârca eylemlerine, rağmen, köklü bir düzen değişikliği yerine "devleti kurtarmak" veya “iyileştirmek" hedefinin ötesine geçemediler:
"…aslında bütün olup bitenler, o döneme damgasını vuran cunta süreçlerinin hızlandırılmış 'devrim' anlayışlarının sonucuydu. 'Öyle olmasaydı ne olurdu' falan bunlar hep işin fantazi yanıdır. Olanlar, o zamanın koşulları içinde başka türlüsü olamadığı için olmuştur, o kadar! Kişileri ve onların oynadıkları rolü zamanın politik ortamınndan ve ruhundan kopuk olarak ele alıp değerlendirmeye çalışmak boşuna çabadır." (s.374)
Münir'in de dikkat çektiği gibi, o dönemin belgelerine baktığımızda, solun ağırlıklı bir çoğunluğu darbeciliği ilke olarak reddediyordu. Ancak aynı zamanda solun hemen tamamı 27 Mayıs darbesini "ilerici" olarak görüyordu. Bu nedenle solun yeni ve benzer bir darbeye de sıcak bakması pekâlâ mümkündü.
60'ların Türkiye'sinde, 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin dumanı henüz tütmekteydi. Yeni yeni filizlenen sosyalist hareket, 27 Mayısçılığın gölgesinde boy verdi. Bir "ilerici darbe" olarak tanımlanan 27 Mayıs'a, bir çok solcu "yarım kalmış" gözüyle bakıyordu.
27 Mayıs'ın hemen ardından yapılan ilk seçimlerde (1961), tasfiye edildiği düşünülen Demokrat Parti'nin devamı niteliğindeki "sağcı" partiler, seçmen çoğunluğunun desteğini aldı. Bu sonuç, solda seçmene ve seçimlere olan güveni daha da azalttı. Hele 1965'te Süleyman Demirel'in liderliğindeki Adalet Partisi'nin tek başına iktidara gelmesi, seçimden umutların iyice kesilmesine neden olurken, darbeci eğilimleri de büsbütün harekete geçirdi.
Münir, sosyalistlerin Kemalist devletçiliğin sınırları içinde kaldıklarına işaret ediyor:
"Dikkkat ederseniz burada bütün mesele Devlet'i 'çağdaşlaştırarak kurtarmayla' ilgilidir. Birinci kuşak Jöntürkler bunu 'milli burjuva yaratarak' – 'Devlete bağlı bir kapitalizm yaratarak' başarmaya çalışırken, bu yolun bir sonuç vermediğini, Devlete bağlı kapitalizm yaratmaya çalışırken ortaya 'Devlet düşmanı işbirlikçi bir kapitalizmin de' çıktığını gören ikinci kuşak Devletçi Jöntürkler bu sefer rotayı 'sosyalizm'e döndürürler. Niye? Çünkü orada da esas olan ‘devlettir’ de ondan." (s.61)
Münir, solcular arasındaki fraksiyon farklılıklarının esasta bir anlamı olmadığını hepsinin sonuçta devletçilik etrafında birleştiğini söylüyor ve ayrılıkların önemsizliğine dikkat çekiyor. (s.63)
Sol içindeki ayrılıklar anlamlı değil miydi?
"Arada fark yok" muydu gerçekten? Bu konuda Münir'in saptaması şöyle :
"Ha bazıları, 'önce işçileri, halkı bilinçlendirelim, onlar daha sonra devrimi parlamenter sistem içinde, aşağıdan yukarıya doğru oy verme mekanizmasını kullanarak kendileri yaparlar' derken, bazıları da, 'hayır öyle olmaz böyle olur' diyerek, 'asker-sivil aydın zümre ile birlikte biz yolu açalım ki, daha ileriye sosyalizme doğru gitmek mümkün hale gelsin’ diyorlar, veya bir başka fraksiyon da 'işçilere öyle lâfla bilinç falan götürülemez, bilinç ancak eylem içinde, silâhlı propaganda aracılığıyla, hâkim sınıfın aslında ne kadar güçsüz olduğunu onlara göstererek mümkündür, bu aşamada önemli olan ideolojik önderliktir' diyerek öne atılır." (s.63)
Bu üç yöntem, yani Meclis'te mücadele; darbeyle işbaşına gelme ve silâhlı propaganda yoluyla devrim yapma arasında gerçekten bir fark yok muydu? Evet, devletçilik konusunda bu çizgiler arasında sözde bir yakınlık vardır; ancak tercih edilen mücadele biçiminin zihniyeti de belirleyebildiğini biz kendi pratiğimiz içinde gördük. Bu nedenle bence bu üç mücadele biçimi arasında yöntemleri, içeriği ve sonuçları bakımından ciddi farklar vardı ve vardır.
Örneğin 12 Mart 1971 askeri darbesi gerçekleştiğinde, bu müdaheleyi "ilerici darbe" şeklinde yorumlayıp ilk destekleyenler, varsa yoksa "asker-sivil aydın zümre" diyen Milli Demokratik Devrim (MDD) taraftarları oldu. Darbeye en sıcak bakan onlardı. O günlerin Dev-Genç Başkanının şu sözleri bu çizgiyi iyi özetliyor: "Muhtıra [12 Mart 1971 askeri muhtırasını kast ediyor] durumu tespit bakımından doğru ve olumludur. Çözüm yolu parlamento değildir. Eğer toprak reformu, dış ticaretin devletleştirilmesi, Amerika olan ilişkilerimizin yeniden gözden geçirilmesi konularında kararlı iseler, biz bütün gücümüzle Silâhlı Kuvvetlerin yanında olacağız.” (s.193)
Parlamento
Burada farklılığı en açık şekilde ifade eden cümle, "Çözüm yolu parlamento değildir." Halbuki o dönemde tam tersi işaretler söz komnusuydu. ilk kez 1965 seçimlerinde TİP 15 sosyalist milletvekiliyle Meclise girmişti. Seçim sistemi de oldukça demokratikti. Bu nedenle Meclis'te mücadele etmek, seçimlere katılmak ve hakkını orada aramak, en azından bu açılardan (darbe veya silâhlı mücadele arayışlarına göre) çok daha anlamlıydı. Münir'in çokça dikkat çektiği gibi, "darbecilik"ten ayrı bir çizgiydi bu. Nitekim yaşanmış onca tecrübeden sonra bugün, kaldığı kadarıyla Türkiye solunun ağırlıklı bölümü, seçimleri ve Meclisi önemli bir alan olarak görüyor.
Hesaplaşılması gereken, silâh ve şiddet
Evet, darbecilik ile silâhlı propagandayı hedefleyen çizgi arasında bir yakınlık, bir içiçelik olduğu söylenebilir. Nitekim o zamanki darbeciliğin ideolojik merkezi olan Devrim dergisi, "silahlı propaganda" yaptığını söyleyen, banka soyan ve adam kaçıran gruplara oldukça sıcak bakıyordu. Onların eylemlerinin darbeyi teşvik edeceğini düşünerek destekleyici yayınlar yapıyordu.
Silâhlı propaganda yarışındaki — banka soyan, adam kaçıran — grupların, darbeye zemin hazırlamak açısından birbirlerinden bir farkı olduğu söylenebilir mi? Başarı şansı olmayan bütün bu şiddet eylemleri, daha otoriter bir rejim kurmak isteyen darbecileri güçlendirmedi mi? Meşru mücadele zeminini tamamen ortadan kaldırmadı mı?
Nitekim Münir de 1973 Mart'ında cuntanın cumhurbaşkanı adayı olan (ve bu uğurda mevkiinden istifa eden) genelkurmay başkanı Faruk Gürler'in Meclisin direnişi sayesinde seçilememesini bir dönüm noktası olarak görüyor. Meclisin iki büyük partisi olan AP ve CHP milletvekilleri, tankların tehdidi altında Gürler'e oy vermeyi reddetti. Bu sivil direniş sayesinde, cuntanın tasfiye edilmesinin ilk adımını attılar. Darbe koşullarında bile parlamento, cuntanın tasfiye edilmesinde ciddi bir rol oynadı. Bu da gösteriyor ki parlamentoyu meşru bir zemin olarak savunmak, o zaman da, bugün de önemli bir farklılıktı. Anlamlıydı. O çizgi etkili olabilseydi, bugün başka bir yerde olabilirdik.
Gerçi Münir geçmişle hesaplaşmasında "silah" ve "şiddet" konusunu, daha genel olarak "devrim" meselesini de masaya yatırıyor. Ancak fazla irdelemiyor. Halbuki bu mesele halledilmiş değil. Çünkü "devrim" ve "şiddet" bugün bile sol hareket için derinlemesine tartışılmış bir konu değil. Şunu açıklıkla söyleyebilirim: Şiddeti "devrimci yöntem" olarak gören zihniyet, solda hâlâ güçlü ve varlığını koruyor.
Bölünmenin anlamı vardı
Bu nedenle, 1968 gençlik hareketi içinde başlayan silâhlanma, sokakta ve hâkim olunan okullarda farklı görüşteki öğrencilere — ve zaman zaman sıradan halka — uygulanan şiddet, sonraki gelişmelerin yönünü de belirledi. Bu tür eylemler konusunda gençlik içinde o dönemde ciddi tartışmalar yapıldı. Bunlar bence göstermelik tartışmalar değildi. Çünkü önce okullarda başlayan şiddet, giderek siyasal eyleme ve örgütlenmeye dönüştü.
Örneğin Aydınlık dergisinde 1970 yılı başında ortaya çıkan bölünmenin de sonrası için anlamlı olduğunu şimdi daha iyi görebiliyoruz. O bölünmenin arkasındaki asıl somut neden, gençlik içinde gelişen şiddet eğilimine karşı tutumda düğümleniyordu. 1968 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesinde, dört siyasi grubun camekânlı panoları vardı. Dekanlık tarafından tahsis edilen bu panolar Sosyalistler, Sosyal Demokratlar, Adalet Partililer ve MHP'lilerce kullanılıyordu.
Okulda egemenliği ele geçiren ve öğrenci derneği seçimlerini kazanan Sosyalistler, önce MHP'nin panosu kırdı ve yok etti. Ardından sırasıyla AP'lilerinki indirildi. Son olarak Sosyal Demokratların panosu yokedilip parçalandı. O dönem Sosyalist Fikir Kulübü Başkanıydım; panoları parçalayan üyelerimizi kınamış, bunun yanlış olduğunu anlatmak için kulüp üyelerini toplantıya çağırmıştım.
Mücadelenin meşru zeminlerde yürütülmesi açısından ve içinde bulunduğumuz durumu anlatması bakımından, bunun anlamlı bir örnek olduğunu düşünüyorum. Aynı olumsuz örneklerin ODTÜ'de ve daha bir çok okulda da yaşandığını, zor ve şiddetin bir çözüm yolu olarak görüldüğünü biliyoruz. Düzenin okulları içinde kurtarılmış bölgeler yaratarak buralarda biriktirilen enerjiyle bir devrim yapabilmenin hayal olduğunu o zaman da savunmak mümkündü, ama zordu.
Münir'in hesaplaşması, bizim kuşak için cesur bir hesaplaşmadır. Kendi yaşadıklarını, kendi zaaflarını, gözlediği veya içinde yer aldığı dramatik olayları samimi bir dille ele alıyor. 20'li yaşlarının başlarında bir avuç gözükara gencin, ölümün üzerine gitmesinin öyküsünü anlatıyor.
Sonra ağır cezaevi günleri. Sonra yalnızlığı… Eylemlere eleştirel yaklaşımları, geleneksel sol hareketin darbeci karakterine yönelik suçlamaları nedeniyle kendi arkadaşları tarafından uygulanan tecridin neden olduğu psikolojik sarsıntı…
Aradan 50 yıl geçmiş. Herşey tarih olmuş. Ancak belki de 200 yıllık bir "çağdaşlaşma" yolculuğunun hâlâ çözülememiş meseleleriyle yüzyüzeyiz.
Münir'in Hatıralar’ı bu açıdan önemli bir arayış, bir özeleştiri olarak okunabilir.