Ana SayfaYazarlarMüstesna kentler Venedik ve New York

Müstesna kentler Venedik ve New York

 

Sözcüğün zaman içinde kazandığı içeriğiyle hamasi bir güzelleme değil niyetim; orijinal anlamıyla istisnai olduklarını kastediyorum, nedenini nasılını da anlatmaya çalışacağım. Sadece istisnai oluşları bakımından değil, özgüllüklerinin kaynağı bakımından da tarihsel paralellikleri var. İki farklı ve birbirini izleyen dönemde benzer belirleyici rolleri oynayıp, kaderleri paylaşmışlar. Venedik, 12.yüzyılda içdeniz Akdeniz çevresinde patlayan ticaret kapitalizminin, New York, 19.yüzyılda açık deniz Atlantik çevresinde patlayan sınai kapitalizminin odak noktaları olup infilak edercesine bir enerjiyle üretilip, neredeyse yekpare birer bütünmüşcesine bugün  bildiğimiz nihai şekillerine bürünmüşler. Yine de iki efsane şehir sözkonusu olduğuna göre bazı klişelerden arınarak başlayıp ilerlemekte fayda var.

 

 

Önce gondol; kayığa özel-servis, tenor-kayıkçı sesinden o daracık sokaklarda  aksedip yayılan arya nağmeleri, motorlu taşıtları, adanın girişindeki otogara dönüştürülmüş Piazzale Roma’da park ettirip şu otomobil yüzyılında bir yaya kenti varetmenin yanı sıra, kentin içine kültür ilanı dışında ticari ilan da astırtmamayı başarıyla uygulayan Venedik belediyesinin konservatuar kaçkınlarını kayıkçılıkla görevlendirdiği turistik bir halkla ilişkiler manevrası değil. Üstüne üstlük o gondollar zerafetleriyle, klişeleşmiş İtalyan tasarım dehasını düşündürse de… Ama esasen onların kayığı değil, küreği önemli. Çünkü ne eskiden koskoca gemileri hareket ettiren esirlerin çektiklerine ne bildiğimiz sandalınkine ne de yarışçılarınkine benziyor; onların hepsi suyu itmeye yararken bu tutunmaya yarıyor. Öncelikle suyun dibindeki çamura batarak güç almaya, sonra da o daracık sokakların duvarlarına dokunup, itip, kakarak yön tayinine. Evet, dipteki çamur ve daracık sokaklarla kanallar. Venedik’i kurup şekillendiren iki özelliği. Sadece dibi değil, üzerine basılan zemini de çamurmuş başında.

 

 

Resimlerde de görüldüğü gibi, bir nehrin Adriyatik’e açılan alüvyon arazisi artığı adalar üzerinde kurulmuş en başından. Tıpkı Haliç’in sonundaki kirlilik kaynağı adalar gibi. Onların çok büyükleri tabii… Peki neden? Yer mi yokmuş? Hem de gayet rasyonel bir nedenle:  Kent suru inşa etmenin emeği ve maliyetinden tasarruf amacıyla. Roma’nın siyasi şemsiyesi 1000’leri görmeden çökmüştü, Avrupa, Kuzeyli istilası tehditi altındaydı. Orta Avrupalı bir grup akıllı  tüccar, Güney’e doğru  kaçıp sığınacak yer ararken yerle bir olmuş eski Roma kentlerinden birine sığınıp onu ayağa kaldırmaya uğraşacaklarına veya yepyeni bir kenti surlarından başlayarak inşa etmeye girişeceklerine, çamur adalarının etrafındaki sığ deniz suyunu sur gibi kullanmayı akıl etmişler.

 

Öyle ya, hem de içindeki adalarda kendini savunanlar varken o dibi balçık sığ sularda hasmane amaçla hareket edeceklerin vay haline… Yer avantajı sadece sur yapımından tasarrufla sınırlı da değilmiş, kıtanın Adriyatik üzerinden içdenize öyle bir açılım noktası ki ardından teğet geçen sıradağların geçit verdiği elverişli kara açılımlarına da  denk geliyor. Bu coğrafi  konum, liberal bir ticari zihniyet yapısınca da  beslenip, Hristiyanlarca hor ve günah bellenmiş Yahudi para ticareti erbabını da bünyesinde barındırınca, Faruk Tabak’ın “Solan Akdeniz” kitabında altını çizdiği Akdeniz havzası imparatorluklarının ve ticaretinin nakit para kasası olmak gibi bir zenginlik kaynağı da olmuş. Deniz ve karayollarıyla buluşan bu liberal hoşgörü ve hassasiyet, Venedik’i İstanbul, Antakya ve İskenderiye limanları üzerinden, Çin ve Hindistan’a kadar giden zengin Doğu’ya açılan  kapı da yapmış ki, Kuzey’de önce Amsterdam gibi konum avantajıyla açık-görüşlü siyasal tercihini iyi kullanmış kentlere uğradıktan sonra Londra’nın başına konacak Batı eksenli küresel mal ve para sirkülasyonunun düğümü olma talih kuşu pozisyonu, zaten oradan da hem Kuzey Amerika kentlerini ve kapitalizmini kuracak Doğu yakasının başlıca  ticaret ve para merkezi New York’a kadar sıçrayacaktır.    

 

 

Venedik’e dönersek, evet bir büyük ada ve çevresindeki daha küçük, adları da farklı,  adalardan oluşur ama o büyük ada da yekpare değilmiş en başta. Birbirine yanaşık, çamur parçalarından oluşuyormuş; genişçe kanallar hala o eski ayrımların izidir. Çamur üzerine inşaat  başlıbaşına bir yenilik değilse de, kentin tamamını kazıklar üzerine kurmayı göze alarak işe başlamak da yeterince yenilikçi enerji istese gerek. Neyse ki kentler Antik kolonilerden beri artık öyle tek girişimin ürünü değilmiş; Hele ki Venedik’in çağının koşullarını kendininkilerle denkleştirip en görkemlisi olacağı Ortaçağ Avrupası’nın kentleri hiç değil. Başlıca özellikleri, yavaş yavaş, eklene eklene yapılıp, geometriye gelmez kurgularıyla da bu sürecin izini taşımaları.

 

Sadece tüm kenti tiyatro sahnesine kentlileri de aktrist ve aktörlere dönüştüren  dillere destan karnavalıyla değil, o daracık sokaklarının düğümlerinin çözüldüğü boşluklara yerleşmiş Campo adlı meydanlar etrafında kümelenmiş mahalleleri ile büyüklüğü kadar, o devasa taşlığı bir iç mekan titizliği ve disipliniyle dekore edip tüm kente ait kılmış meydanların da en görkemlisi, yegâne Piazza namlı San Marco’suyla, tüm şehre sirayet etmiş, altın sarısı ve frapan kırmızısı renkleriyle bir aşırılıklar ve taşkınlıklar kenti Venedik. Zamana yayılmış gelişimin işareti o daracık sokaklarla kanallar akla hayale gelmez yoğunluk ve sıkışıklığın ada-parsel-bina diye birbirinden ayrılamayacak derecede kenetlenip yekpare bir bütünü oluşturduğu yapılı çevresiyle de başlı başına bir taşkınlık alameti… Evet, sadece o düğüm haline gelmiş sokakları değil kazıklar üzerinde tıka-basa doldurulmuş o çamur yığınlarının üzeri. Düğümlerin gevşediği meydanlarla birlikte doku daha da çözüldüğünde de o tipiği değil aşırısı olduğu Ortaçağ karakterine en zıt kentsel karakter Baroğa yine tipiği yerine Lewis Mumford’a “Dünyanın en güzel salonu” dedirten aşırısı San Marco’yla yer açacak denli taşkınlığa teşne bir kent. Siena’nın formunu ve eğimini altındaki Roma tiyatrosundan alan meydanı da öyle bakılıp geçilir cinsten değildir ama rengi dokusu ve binalarıyla; kuşatıldığı kentsel dokunun devamı ve parçasıdır. San Marco’da hepimizin nefesini kesen kuşatıldığı çevrede işareti olmayan bir zıtlıkla aniden karşılaşmanın şokudur. Birkaç adımla sadece ölçek, malzeme, yapı karakteri değişmez, erken Ortaçağ’dan geç Ortaçağ’a, erken Modern’e atlanıverir. Üstelik de bu şok; ölçeğinden daralmış bir kentin fırsat  bulunca en görkemlisini yapma hevesinin hamlığı gibi, yani bir görgüsüzlük deneyimi olarak değil, yakasına yapıştığını bırakmayıp içine çeken bir sentrifügal enerji kaynağının çekim gücü gibi yaşanır. Barok deyip geçtik ama, 14. Louis dahil varını yoğunu benzeri bir etkiyi yaratmaya harcamış hiç bir mutlak siyasi gücün, sakarlığa saplanmadan yaratmayı başaramadığı bir etkidir bu en beklenmedik yerde aniden kendimizi içinde bulduğumuz boşluk. Meydana adeta yapışıp kalarak sabaha kadar ayrılamamak, efsane değil, paylaşılmış çağdaş bir deneyimdir.

 

 

Venedik’i yapan öncelikle ticaret ve mali sermayeymiş ama sanayisi de eksik değilmiş; hem de en özgül ve tekelci cinsinden. Tersane ile başlarsak: Daha kent planından göze çarpan; imparatorluklara gününde teslim donanma üreten dev tersane Arsenale havuzu kıyısındaki kızaklar ve depolar artık bienallerin mekânı diye kullanılıyor. Sanat-kültür harici ilan olmadığını söylemiştim, fotojenik cazibesi ve otantiklik kültürel kodu damgasıyla; kürenin gözde  “Halkla İlişkiler” dekoruna   dönüşüp her türden ticari festival ve gösterinin merkezi haline gelmesi işten bile olmazmış. Ama daha en baştan, dünya daha bir halkla ilişkiler ve marka festivalleri dünyası haline gelmeden çok önce kesilmiş bunun yolu. Moda ilanı dahi yok. San Marco rıhtımındaki bir Pink Floyd konseriyle atlatmış “Gösteri Toplumu”nun koskoca yarım yüzyılını. Adını mimarlık, sanat ve sinema festivallerinin en seçkinlerine yıl-aşırı sahne olmaktan alan bienallerin mekanı oldu; bilerek ve isteyerek.

 

 

Egoistlik mi bu? Kendi kuşağımın bas sesini yükselterek tempo tutturan tınısıyla yetinilmesine şükretmekle, mesela Nirvana‘nın hacmin, şekline büyüklüğüne aldırmadan dört yanından birden inen basınçla kuşattığı ses efektiyle isyanı tatmış kuşağın San Marco taşlığı deneyiminden mahrum kalması mıdır Venedik sevgisi? Tabii ki hayır da, seçme hakkı ne Venediklilerin ne de kuşakların oluyor… Eleği yok bu dünyanın; geldiler mi Spices Girls’üyle, Justin Bieber’iyle, Britney Spears’iyle, Serdar Ortaç’ı, Kenan Doğulu’suyla, hep beraber geliyorlar. Ki bu kadarına artık, Venedik’in görgüsü bile dayanamaz; o koskoca taşlığıyla Piazza San Marco bile  süprülüp gider, küresel gösterinin dekoru diye kalıverirdi belleklerde.

 

Her neyse; hep iş işten geçip olan olduktan sonra hayıflanılacak değil ya, geçmişin gerçekleşmemiş umutlarını sahiplenmenin geçmişe bakmanın iç bayıcı olmayan bir yolu olduğunu Walter Benjamin’den öğrenmiştik. Bir kez de atlatılmış muhtemel bir badirenin tadıylabaksak tarihe, ne kaybederiz?

 

Kaderin cilvesine bakalım ki kendi birikimini kitlesel festivallerle kutlatıp gösteriye dönüştüren sermayeye bu aklı veren de başka herhangi bir sektör değil, sanat olmuştu. 20’ler avangardı sanatı ancak elitlerin yanaşabildiği  bir sosyal mesafeden kurtarmak isterken sonuçta kendi yaşamını yaptığının önüne koyar bulmuştu kendini.

 

Zürih’de yaşayan Dadacılarla ilgili kurmaca izlenimi veren bir hikaye vardır:

 

 

Zürih polis kayıtlarında güya şöyle bir bilgi notu özeti vardır. Kendilerine Dadacı diyen Zürih’de toplanmış bir sanatçı grubu parti-kutlama vs. o kadar gürültü-patırtı yapar ki, mahalle sakinleriyle karakolluk olur. Aynı sokakta yaşayan efendi, sakin bir yabancı daha vardır, her sabah giyinir-kuşanır, kütüphaneye gider ve çalışır. Sonra bir gün trene atlayıp Moskova’ya gider ve oraya varması devrimin ilanı anlamına gelir… Vladimir İllich Lenin’dir bu yabancı. Mahalleyi, sokağı bilmem ama, tarihler tutuyor.

 

Dadacıların, çıkarmayı hayal bile edemeyecekleri gürültüyü çeyrek asır sonra faşistlerin komunistlerden rol çalarak sistemin aktif savunusuna dönüştürdükleri kitlesel siyasi hareketlilik ve sinema deneyiminden süzülen kitle kültürü olgusunu sanatın içeriği haline getiren Pop-Art akımının öncüsü olacak Andy Warhol, New York’da koparacaktı. Süpermarket rafındaki kons erve kutularının resmini yapıyor. Fotoğrafa baskı sırasındaki müdahaleyi fırça darbesinin yerine geçirip sanatsal icra ata dönüştürürken, kitle iletişim araçlarıyla kitleye malolmuş çehreleri kitleselliğe iyice yatkın kılma iddiası da taşıyordu. Andy Warhol, Zürih’deki Dadacıların vasat-dışı bir yaşam olarak yaşadıklarının tasarlanıp estetize edilmiş bir tarza dönüşmesiyle bile yetinmiyor, siyaset ve kültür endüstrisi harici sıradan sosyal hayat parçalarının teşhirinden de sanat pratiğine rol devşiriyordu… Sergi açılışından festivallere her etkinliği ve en sıradan haliyle bile gövdeyi gösterilir ve izlenir kılıyordu.

 

“Bir gün herkes 15 dakikalığına ünlü olacak!” sözü de onun günümüzdeki medya eksenli dünyayı öngören bilgeliğinin kanıtı gibi sunulmuştur. Fotoğrafı anında basılı görüntüye dönüştürmesiyle bugün kullandığımız cep telefonlarımızın görüntü imkânlarının habercisi diye yorumlanabilecek, ancak kaderi de çektiği fotoğraf gibi görünmesiyle kaybolması bir olduğundan, yeni kuşaklarla tanışamamış polaroid makinayla resmi o nedenle manidardır.

 

 

Onun yaptığını anlamak için Venedik karnavalıyla değil Los Angles’in gösteri dünyası Hollywood’la kıyaslamak daha yerinde olacak. Hollywood sinemayı küreye yayıp sanayileştirerek sahneyi kitleselleştirmekle yetinmemiş, sahnedekilerin sahne arkası yaşamından da bir yan sanayii olarak magazini türetmişti. Andy Warhol’un yaptığı sahnenin aracılığına da son vermek oldu. Sahnenin sadece arkası, serginin sadece açılışı, aktörün de özel hayatıyla imgesi kaldı geride. Ayırdedici iddiası da o zamana kadar sanatın ne nesnesi ne de öznesi olmuş görünmeyenleriyle doldurmaktı kadrajı, yani endüstri ürünleri kadar onların tüketicileriyle de.

 

 

Venedik’ten yüzyıllar sonra inşa edilecek New York’u özgülleştirip ait olduğu dünyanın odağı olduğunun tanığı ve kanıtı da tıka basa doluluğu olacaktı. Tabii hem daha büyük bir alana yığıldı hem de daha iri parçalardan oluştu. Dokusu da farklıydı. Kentin tamamı Venedik gibi birbirine karışıp meydanlarla gevşeyen yekpare bir yumak değil, o parçaları birbirinden ayıran düzenli yol hattı boşluklarından bir omurga olacaktı. Atlantiğin karşı yakasında, adeta açık denize karşı sığınıp yerleşmek üzere şekillendirilmiş karmaşık şekilli bir körfezde önce iki nehir kolu arası uzun dil şekilli Manhattan yarımadası dolacak, sonra çevreye yayılacaktı.

 

 

Önce dilin Güney ucuna Ortaçağ irisi bir kasaba olarak New Amsterdam adıyla imar edildikten epeyce sonra 1807’de Manhattan’ın nihai planını yapmakla görevlendirilen kartograf Simeon de Witt, vali Morris ve John Rutherford, 1811’de yarımadanın henüz yerleşilmemiş bölgesini Kuzey-Güney’de 12 Avenue ve Doğu-Batı’da 155 caddeden, dolayısıyla da 2028 eşbüyüklük ve -şekilde yapı adasından oluşan mutlak ve tavizsiz bir grid olarak planladılar.

 

 

Plan ertesinde, bir yandan erken ve tenha yerleşme NewAmsterdam ve yakın çevresi yıkılıp yeniden-inşa ediliyor, diğer yandan da o parallel cadde ve bulvarlarca bölünen yarımadanın güneyine doğru sıralanmış eşbüyüklükte ve biçimdeki yapı adaları teker taker; Her biri üzerinde inşa edenlerin farklı imkân ve hayalleri ve piyasa işi müzakerelerinin izleriyle şekillenerek üstüste yığılarak doluyordu.

 

Bu iki kentin yığılarak dolma şekilleri arasındaki yegâne fark, birinin çamur adaları arasında kalmış tesadüfi eğrisel hatların yön tayini sonucu hesap-kitaba gelmez eğriselliklerin yumağından yekpare bir labirent olmasıyken, diğerinin insaniliği aşikâr bir geometrinin damgasını taşıması değil: Manhattan yapılış şekli itibariyle her biri birer Venedik olan ikibinküsur Venedik’in ya da ortaçağ kentinin yanyana bitişmesinden oluşmuş adeta. Bir yapı adasının öyle, diğerinin böyle olmasındaki raslantı payı Venedik, ya da herhangi bir Ortaçağ kentinden az olmamış. Öncesinde bir yerleşme ve inşaat kültürü olmayan bir yeryüzü parçasında kurulduğu, dolayısıyla bir geleneğin, yaşam kültürü tutkalından yoksun olduğu için, inşai ürün binalar da o kültürlere içkin bir gramerin disiplininden yoksun şekilde çeşitlenmiş. Ama zaten planı yapan ve yaptıranların da yaşam ve inşaat kültürü diye bir beklentileri yokmuş. Hamle yapmış kapitalizmin merkezi terminali ve manivelası olma şansının kıyısında olmanın sezgisiyle, inşaat ve gayrımenkul işine, geride bıraktıkları eski Akdenizli alışkanlıklarının devamı olarak değil, tadını aldıkları kapitalize ilişkilere dönüştürmenin fırsatı diye bakmışlar. Evet inşaat ve gayrımenkul geliştirme işi de tıpkı dünya piyasasında yeniden-üretim çarkına sokulmuş diğer işler ve sektörler gibi sermaye biriktirmenin [çoğaltmanın] aracısı, uğrağı olabilir gözükmüş ki zaten o tavizsiz geometrik bölünme de  gayrımenkulü, menkule [taşınmazı, taşınıra] dönüştürmenin aracı olmak üzere kullanılacak teknik bir araçtan başka şey olmamış. Toprak ve bina sırf nicel ağırlıkları nedeniyle değil, konumu ötekilerden farklı yeri dolayısıyla da ortak ölçüye/değere gelmiyordu. Öyle ya; yokuşun başındaki araziyle dibindeki, Kuzey’dekiyle Batı’daki, hangi ortak  değere vurularak tartılacaktı? İşte o 155 Doğu-Batı, 12 Kuzey-Güney yönlü paralel çizgi, matematiğin nicel ölçülerini kullanarak tıpkı paranın ve senetlerin da piyasada  yaptığı gibi, nitel benzemezleri ortak bir ölçü skalasının derecelerine göre sınıflandırabilmiş. Ya da sonsuz eşitlik uzay boşluğunu koordinat sistemine bölerek sınıflandırdığı gibi sınıflandırabilmiş. O 2028’e bölünmüş toprak parçaları da caddeye, bulvara, nehir kıyısına, iş merkezine mesafeleri, birlikte kümelendikleri girişimlerin statüleri vs. özellikleriyle ve koordinat sisteminin eşitleyici nicelik skalasında edindikleri kimliğe göre değerj sıralamasında yer edinmişler.

 

 

Arazilerin ekonomik değere dönüşümünü kolaylaştıran ve gayrımenkul piyasasının adeta menkul değer birimleriyle işlemesini mümkün kılan bu standardize bölünme, yarımadayı yeni sakinlerle tıka-basa doldurduktan sonra bile ekonomik çıkarların, dar görüşlülüğünün sembolü diye görülmemiş. Tersine, hipotetik sakinler için hayali binalarla doldurulmuş kentin bitmiş halinin ayrıntılı görsel tasviri, özgün bir Amerikan değeri olarak zamanın diğer kentlerinde sergilenip model diye sunulmuş.

 

 

Bu radikal ortogonal karolajın kendine has dış mekan potansiyelini, neredeyse teorik bir manifesto gibi kavrayıp yorumlamak da yine Rem Koolhaas’a nasip olacak: Bir yapı adasının dar kenarına dayanmış parselinden edinilmiş bir zemin mekanını başlayıp bittiği iki caddeye birden açarak, içinden geçilen bir sirkülasyon aksına dönüştürerek, Prada’nın çoğu gezginin yanına yaklaşılamayacağı seçkin ürünlerini sıradan bir bağlamın parçası kılarak Warholcu bir tutumla ayağa [sokağa] düşürmüştür. Steven Hall’un değişken vitrini iç-dış ayrımını sorunsallaştıran galeri çözümü de sokak kültürüne yatırımın daha erken bir örneğidir. Dükkanın tamamı sokağa dönüşünce en değerli parçası vitrini de tamamına yayılarak daha da değerlenmiş olmakta bu arada sanat eseri de müze ortamı steril “beyaz küp”ten sokağa taşmış olmaktadır.

 

 

Ancak Manhattan gridi öte yandan da gridin homojen şekilde tekrarlanan eşbiçimli, farklılık ve cazibe yoksunu monoton bir kent üreteceği klişesini boşa çıkaran erken bir kanıt anlamına da gelmiş… Nicel değer skalasına göre bölünmüş uzayın eşdeğerli sisteminin koordinatlarına dönüşmüş yerlerin yatırımlarla değerlenme süreci; piyasa aktörlerinin sınır tanımaz, sisteme gelmez beklenti, çıkar ve pazarlıklarıyla birleşince, homojenlik bir yana tarihin en ele-avuca sığmaz, zihinle başa çıkılmaz yapılı çevre stoklarından birini ortaya çıkarmış. Bu kışkırtılmış inşai çevre üretiminin taşkınlığının sosyal hayattaki karşılığı da seyredilir olmak için ne Venedik’deki gibi giyinip-kuşanmaya ne de Hollywood’daki gibi bir sanayinin buyruğuna girmeye gerek duyulmadan olduğu gibi kalmanın bile yetmesi olmuş; bir tür “olduğun gibi gel/kal/bekle!” partisi olup-çıkmış…

 

 

Karnavalın, geleneğin giyim-kuşamının yanı sıra sanayileşmiş sinema endüstrisinden de kaçılmış belki ama, sanatı da yanında götürüp sanayileştirmenin, günümüz sanat fuar ve panayırlarının da başlangıcı olmuş bu kaçıp-kovalamacanın sonu.

 

Kaçıp-kovalama sadece mecaz değil, içdenizden açıkdenize Venedik’ten, Amsterdam-Londra üzerinden New York’a kayan kapitalizmin yanında götürdüğü sosyal pratiklerin sonuncusu olmuş sanat. Ama  diğerleri gibi limanlardan değil, 19.yüzyılın başkenti Paris’ten göçmüş, moMa gibi yeni müzeleri  kurumsal ağları, Soyut Dışavurumculuk gibi akımları, ilişki biçimleri ve aktörleriyle birlikte köklü bir yenilenme anlamına gelmiş bu. Andy Warhol ve Pop-Art’ıyla bir eşik daha aşılmış, sanatın, sermaye akış ve birikim hızına ayak uydurup menkul değere dönüşmeye yatkınlığı artmış oldu. Metalaşmak ne kelime, tıpkı seçkin gayrımenkul yatırımları gibi, nadir bir meta olarak sanat ürünü, kara paranın bile gözlerden ırak dinlenebileceği bir yatırım aracına dönüştü.

 

New York’a ve yapılı çevresine dönersek: O 2028 eşbiçimli adanın her biri farklı imkan ve beklentilerin sonucunda olabildiğince heterojen bir toplam ortaya çıkartmıştı. Ortaçağ Avrupası ve Venedik’te meydanlar (Piazza ve Campo) olarak tezahür eden boşluklara gelince, bulvar ve caddeler dışındaki tüm alanı eşbiçimli inşa edilebilir inşaat adasına bölmüş olan planda, bulvar ve caddeler dışında inşaat yapılamayacak yegâne boşluk olarak ; Manhattan yarımadasının Kuzey yarısında 1870’lerde Central Park’ın yapılacağı dev boşluk bırakılmıştı.

 

 

Güney ucuna, bugünkü Downtown'un yerine ardındaki sur duvarıyla birlikte konumlanmış New Amsterdam kenti, sur yıkıldıktan sonra izi Wall Street’e dönüşecek Manhattan yarımadasının 1811 tarihli imar planı, kısa kenara paralel hatlar, Güneyden (down) başlayıp yukarı Kuzeye doğru sayıları yükselen rakamlarla  “street”ler[caddeler] uzun kenara paralel hatlar Doğu’dan Batı’ya rakamları artan "Avenue"ler [bulvarlar].

 

Geleneksel kent, doğayı kent surlarının dışındaki bir gerçeklik olarak kabul etmiş ve kente soktuğunda da Venedik’deki tersanenin ardındaki Giardini misali sınırlı bir yer ayırmıştı.

 

 

Ama Ortaçağın müstesnası Venedik’in sanayisi tersaneden ibaret değildi, Venedik takımadalarının iricelerinden Murano Ortaçağın lüks ürünü ve ileri sanayii cam üretiminde uzmanlaşmış bir merkezdi. Ortaçağ Akdenizi’nde pencereler Uzakdoğu’dan gelme parşomen kağıdıyla kaplanarak içerisi dışarıdan tecrit ediliyordu. Parşomen, rüzgar ve yağmura dayanıklıydı ve ışığı kısmen geçirecek kadar saydamdı, ama içeri sızan ışık kısmi aydınlanma sağlasa da görüntü perdeleniyordu. Cam hem daha sağlam ve dayanıklı hem de daha saydamdı; hem tuğla kadar sertti hem de ışığın yanı sıra görüntüyü de geçirecek bir şeffaflıktaydı. Bu nedenle de büyük cam yüzeyler büyük yatırım isteyen belediye, kilise misali kamu binalarıyla hali-vakti ortalama üstündeki hanelerin harcı olacak denli pahalıydı. Amsterdam’ın 17.yüzyılda birbiriyle büyüklükleriyle yarışan dev pencereli tüccar haneleri dizisiyle sınırlanmış erken bulvarları ünlü paralel üç kanalı, Keizer-Prinzen-Herren-Gracht kanalları, İspanya ve Fransa’nın Katolik mezaliminden kaçan Yahudi ve Protestan tüccarlara ticari ilişki ağlarıyla birlikte yer açmak üzere kenti büyüten Amsterdam üç kanal projesinin başarısının kanıtı bir refah ve zenginlik belirtisi olduğu kadar, içeride Protestan etiğine aykırı gösterişçi bir haz ve tüketim israfı olmadığını kanıtlama çabasındaki  Protestan sofuluğunun da işaretiydi. Hep Müslüman mahallelerindeki ahşap kafeslerin evi içeriye kapatmasının kasvetini dinleyip dile getirmeye alıştık, ama evi içeriye kapatmaktan daha beteri kapatamamak ve içeride inanca aykırı şeyler cereyan etmediğini kanıtlamak üzere mahrem hayatı teşhir zorunda kalmak olsa gerek. Biri diğerine tercih edilemeyecek baskılardan kaynaklanan kasvet çeşitleri. Tarih bu, sınıf mücadeleleri tarihi, özgürlük ve ferahlık çeşitlerini değil, baskı ve kasvet çeşitlerini saydırtıyor insana. Tabii madem öyle para zengini, Venedik’in pencereleri niye öyle ufak-tefek sorusu gelecektir akla. Venedik’in mali ticari ve sınai zenginliği pencere büyüklüğünden ziyade ana caddesi Gran

- Advertisment -