[10-11 Ocak 2019] Zamanın akışı, bugüne ve geçmişe bakışımızda optik yanılsamalar yaratıyor. Önce, çeşitli süreçlerin hayli ileri bir noktadaki sonuçlarını farkediyoruz. Sporda meselâ. 19-20 yaşlarında yeni bir yıldız çıkıveriyor ortaya. Bize ansızın gibi geliyor, çünkü (teknik adam, antrenör, yetenek avcısı vb değil) genel seyirci konumunda olduğumuzdan, altı yedi yaşlarında nerede başladığını; yaş gruplarından, yıldız ve genç takımlarından nasıl geçtiğini bilmiyoruz genellikle. Ne tür engel ve elemeleri aşarak adım adım tırmandığını izlemediğimizden, gökten zembille inmişe benziyor; belki, Athena’nın Zeus’un şişen ve ağrıyan kafasından pürsilâh fırlamasını andırıyor.
Siyaset, en azından demokratik siyaset de böyle. Çoğumuz yeni yüzleri, şu veya bu partinin üst kademelerine nüfuz ettikleri — diyelim milletvekili veya il başkanı oldukları, ya da kabinede yer aldıkları — andan itibaren algılıyoruz. Belki minor portföylerden başlayıp, adım adım merkeze doğru geliyorlar (Bülent Ecevit’in 1961’de Meclise girmesi ve 1961-65’te Çalışma Bakanı olmasıyla başlayan zigzaglı ve zahmetli tırmanışı geliyor aklıma). Oysa o son aşamaların da gerisinde, kimbilir hangi başlangıç ve bağlantılar yatıyor. Kader diyoruz; yok aslında. Kimsenin alnında, gelecekte lider olup olmayacağı yazmıyor. Dolayısıyla hangi çevrede yer alır veya kiminle arkadaş olursan onunla birlikte yürüyüp bir yere varabileceğin de belli değil. (Ayrıca bazıları da bukalemun gibi sürekli renk ve kılık değiştiriyor. Hiç öyle geçmişiyle derinlemesine yüzleşerek, ciddî bir muhasebeye gömülerek de değil; sırf hırs ve oportünizmle yoğrulmuş olduğundan, bakıyorsun kâh Maocu, kâh Apocu, kâh Ergenekoncu, kâh Atatürkçü, kâh ümmetçi kesiliyor. Bir yandan da her bir adımda hep en doğru veya tek doğru olduğunu iddia edebiliyor. Gerçi çok marjinal. Ama artık bu kadarı fikrî ve manevî dönüşüme değil, görmezden gelinemeyecek bir sahtekârlık kategorisine giriyor.) Ne diyelim? Dökülen dökülüyor. Bize yalnız ayakta kalanlar ulaşıyor.
Bir yanda geleneksel tarım toplumlarının hanedan devletleri ile diğer yanda, 20. yüzyılın diktatörlük ve özellikle “teorili” diktatörlükleri, bu açıdan biraz farklı kuşkusuz. İlkinde kamusal alan hemen hiç yok. Buna karşılık şehzadeler ya da veliaht prensler mevcut. Dolayısıyla yukarıdan ve aşağıdan kimin kimi seçeceği veya kimin kime yapışacağı, çok dar saray çevrelerinde oynanan ölümcül bir oyun. İkincisi hakkında ise, bundan neredeyse üç hafta önce şu soruyu sormuştum: Peki, nasıl giriliyor Führer veya Il Duce’lerin yakın çevrelerine? Diyelim ki Türkiye’de Tek Parti’ye geçiş dramı sırasında, 1925-27 teröründe “üç Ali”lerin simgelediği yargı ekibine, veya Vyshinsky’nin Stalin için kurduğu savcılık mekanizmasına, veya Thierack ve Freisler’lerin “halk mahkemeleri”ne kim, nasıl intisap ediyor? Şöyle açıklamaya çalışmıştım: Diktatörlüğe gidiş çoğu zaman önceden belli ediyor kendini. Başlangıçta demokrasi şu veya bu ölçüde mevcut (örneğin Weimar Cumhuriyeti, 1919-1933). Esasen anti-demokrasi, demokrasinin olanaklarından yararlanarak yükseliyor. Sert, vahşi, yırtıcı bir odak beliriyor ve başka kimsede olmayan bir iddia va’zediyor. Demokratik alternatiflerin sahipleri bununla baş edemeyince, baş edemedikleri belli oldukça, Faşizm, Nazizm veya Stalinizm etrafında bir kartopu efekti oluşuyor. “Tarihte hiçbir şey, başarı kadar başarılı değildir” (In history, nothing succeeds like success). Küçük bir kartopunu, gene derin karla kaplı zeminde yuvarlamaya başladığınızda, giderek büyür ve meselâ yapmak istediğiniz kardan adamın gövdesi haline gelir. Bütün kariyerist ve arrivistler gelip gelip o büyüyen kartopuna yapışıyor.
Nâzım Hikmet, demiştim, 1930’larda yakından gözlemiş bu süreci. Memleketimden İnsan Manzaraları’nın İkinci Kitap’ının başlarında şöyle yazıyor: “Hitler’de benim affedemediğim şey: / satılabilmek imkânını verip Nuri Cemil gibilere / müthiş arzular yüklemesidir yüreklerine onların.” Madalyonun diğer yüzünde, bu süreçte (varolduğu kadarıyla) demokrasi çöküyor, çökertiliyor ve kamusal alan giderek daralıp yokoluyor. Dolayısıyla ironiktir, Führer’in veya Vozhd’un (Stalin’in yakın çevresi nezdindeki lâkabı) ekibi de görece donuyor. Yokettiği sivil toplumun serbest rekabet ortamından sürekli beslenmesi ve tazelenmesi olanakları kalmıyor.
Bütün bunları niçin (ve tekrar) anlattım? Çünkü (gene 23 Aralık’ta kullandığım ifadelerle), Carl Schmitt kadar ünlü olmayan diğer III. Reich hukukçularının, “teori değil daha çok uygulama adamı olan Otto Thierack ve Roland Freisler gibi ahlâksız, salt emir kulu yargıç”ların Nazizme kapılanma sürecini çok iyi açıklıyor. Bir noktanın altını çizmem lâzım. Diktatörlüğe nasıl bir hukuk/suzluk gerektiğini onlar Hitler’e öğretmiş değil. Tersine: Hitler ne yaptığı ve ne istediğini çok iyi biliyor. Diğerleri, O’nun yargı için çizdiği yol ve çerçeve içinde kendilerine yer buluyor.
Nazi rejimi basit bir “ikili devlet” değildi. Normal yargı sistemi ile Hitler’in ve güvenlik örgütlerinin keyfî iktidarını, (bazen sanıldığı gibi) yanyana ve birbirine pek dokunmaksızın barındırmıyordu. Örneğin Türkiye’de, 1971 ve 1980 darbelerinden sonra böyle bir “ikilik” oluştuğu söylenebilir. Nazizm (ve Stalinizm) ise çok farklıydı. Hitler’in 1933’te iktidara gelmesinin ardından, kamusal hayatın hemen bütün alanları gibi hukuk da bir “eşgüdüm”e tâbi tutuldu, yani Nazilerin hedefleriyle aynı hizaya getirilme sürecinden geçti. Hiçbir hukuk meslek kuruluşunun özerkliği kalmadı; hepsi Alman Nasyonal Sosyalist Hukukçuları Birliği içinde eritildi. Nisan 1933’te bütün Yahudi ve Sosyalist yargıçlar, avukatlar ve diğer mahkeme görevlileri toptan tasfiye edildi. Hukukun “Yahudi etkisi”nden arındırılmasına girişildi. Popülizmin sınır tanımaz egemenliğine çağrı çıkartan Naziler, hâkimlere kararlarında “halkın sağlıklı hissiyatı” (gesundes Volksempfinden) ışığında hareket etmelerini önerdi.
Yetmedi; Hitler rejim açısından mahkemelerin siyasî güvenilirliğini arttırmak için başka ve daha radikal yöntemlere de başvurdu. Daha 1933’te, yani iktidarının ilk yılında, siyasî bakımdan hassas dâvâlara bakacak özel mahkemeler kurdurdu. Reichstag Yangını dâvâsında Yüksek Mahkeme’nin (Dimitrov gibi) bazı sanıkları suçsuz bulmasına tepki içinde, 1934’te Berlin’de Halk Mahkemesi’nin kurulmasını emretti. İhanet ve benzeri “siyasî dâvâ”lara bakmak için kurulan bu mahkeme, Nazi terör sisteminin çok önemli bir dayanağı haline geldi.
Genel bir kural: kim ki sokağın hâkimiyetini pohpohlar; aslında kendi kişisel despotizmi peşindedir. İşte Mussolini ve Kara Gömleklileri; işte Hitler ve SA’ları; işte Mao ve Kızıl Muhafızları; işte Homeyni ve Devrim Muhafızları, İster sağcılar ister solcular — ama belki özellikle, 1960’lar ve 70’lerde kendi “halk mahkemeleri”ni kurmaya bir ara pek merak saran solcular, bu kavramın diktatöryal kökeni üzerinde de, güzelim “halk” [veya millet? veya istiklâl?] kavramının, küçümsenen “burjuva hukuku”nun kuralcılığını çiğneyip geçmek için kullanılması üzerinde de, ciddiyetle düşünseler yeridir.