Ana SayfaYazarlarNâzım’ın çağına tanıklığı

Nâzım’ın çağına tanıklığı

Biat hep vardı. Satılmışlık hep vardı. Sırf çıkar uğruna saf değiştirip demokratlıktan zıddına geçmek hep vardı. Troller hep vardı. Bu satırları dün yazıyordum, yani 3 Haziran günü. Akşam farkına vardım ki Nâzım Hikmet’in 57. ölüm yıldönümüymüş. Tamamen tesadüf, zira hiç Nâzım’ı anma arayışından gelmemiştim buralara. Zaten törensel anmalara çok düşkün değilim. Gelin görün ki 79 yıl önce yazdıklarında, sanki yer yer bugünün medya ve siyasi kültür yozlaşmasını anlatıyor.

[3-4 Haziran 2020] İnsanın dolaysız hafızası geriye doğru iki, en fazla üç kuşakla sınırlıdır.  Kaçımız tanımıştır ve biliriz, büyük büyükbaba ve büyük büyükannelerimizin adlarını? Güncellik ise kendi illüzyonunu yaratır. Bizi miyoplaştırır; yaşadıklarımızı tekil, tikel, benzersiz sanmaya iter. Buna karşı bir çare sanat ve edebiyattır. Tarih demeyeceğim, çünkü herkese iyi ama siz de biraz tarih okuyun ve öğrenin diye diklenip ukalalık edemem. Ama ne olur biraz edebiyat okuyun, şiir okuyun, roman okuyun diyebilirim. Büyük edebiyat bizi somuttan soyuta götürür. Farklı çağlara, kültürlere, toplumlara mensup insanlardan hareketle, yerelden evrensele yükselir. İnsan ruhunun en gizli köşelerini önümüze getirir.

Dünyanın ve Türkiye’nin geçmişini bu yolla hatırlamakta büyük yarar var. Bir zamanlar Sovyet romanları çok okunurdu. Çünkü bir, Sol okuyucu mevcuttu. İki, Nazi işgaline karşı direniş katıksız bir kahramanlık öyküsüydü (veya öyle gözüküyordu). Ama tabii, Moskova Duruşmalarına ya da Gulag kamplarına zerrece değinilmiyordu bu çeviri tercihlerinde. Gel zaman git zaman, SSCB tarihe karıştı. Diktatörlük çökünce, yeni bir edebiyat fışkırdı depremin açtığı çatlaklardan. 10-15 yıllık bir geçiş dönemi boyunca komünizmin karanlık çehresi başka türlü anıldı. Umut vadeden bir rönesanstı. Sivil toplum cıvıl cıvıldı. Daha fazla demokrasiye evrilebilirdi. Sonra Putin duruma el koydu. Boğdu o canlılığı.[1] Ve bu arada, söz konusu post-komünist edebiyat Türkçeye hemen hiç çevrilmedi. Okunmadı. Üzerinde düşünülmedi. Aynı şekilde, özgürleşen Doğu Avrupa sinemasının ürünleri (meselâ artık 89 yaşındaki Márta Mészáros’un her yerde ödüller kazanan filmleri) gelmedi. Biz nelere gözlerimizi kapamışız diye düşünmek isteyen veya istemeyenlerce seyredilmedi.  

Dolayısıyla kabaca Stalinizm dediğimiz rejimin ve atmosferin biat ve kişiye tapma alışkanlıkları, dalkavukları, tefessüh etmiş insan ilişkileri, Türkiye’nin bu açıdan sığ ve taşralı kalan kültürüne girmedi, didik didik edilmedi. Oysa bir başka “mutlak iktidar eşittir mutlak yozlaşma” (Lord Acton) dönemine olanca tanıklığıyla Nâzım Hikmet, bizim Nâzım Hikmet’imiz, orada, elimizin altında, raflarımızda duruyor. Ne ki, onu da okumuyoruz çoğumuz. Daha doğrusu az okuyoruz, sathî okuyoruz. Çoğumuz 1930’ların meydan okumalarını, “Hava kurşun gibi ağır”ı, “sen yanmasan, ben yanmasam… karanlıklar nasıl çıkar aydınlığa” gibi mücadele çağrılarını, hapishanede kendi kendini kahramanlaştırmasını, Piraye’ye yazdıklarını, rubailerini, Ferhad ile Şirin’i, Kuvayı Milliye’yi, Şeyh Bedreddin Destanı’nı, “Saman Sarısı”nı veya “Japon balıkçısı”nı tercih ediyoruz. Çünkü bunlar son tahlilde basit ve yalın. Romantik. İdealist. Dünya ak ve karalardan ibaret. “Mavi gözlü dev” aşklarını da, dâvâsını da doludizgin yaşıyor. Bize de çok hitap ediyor. Biz de onunla birlikte yaşıyoruz. Biz de kendimizi “mavi gözlü devler” gibi, “bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar” gibi, “yatar Bursa kalesinde” gibi, üstün ve karşı durulmaz âşıklar gibi görmeye başlıyoruz.

Asıl Memleketimden İnsan Manzaraları (bundan böyle MİM), okkanın altına gidiyor bu arada. Onun da bazı bölümleri ayrıştırılıp Kuvayı Milliye diye çok tutunuyor, ya da geçmişte çok tutunuyordu, çünkü o da epik bir aklar-karalar dünyası ve Kemalist milliyetçilik ile Leninist anti-emperyalizmin ortak duygu ve düşüncelerine hitap ediyor. Ama bu, MİM’in beş kitabından birinin en fazla yarısı. Yani belki onda biri. Nâzım bu bölümleri 1930’lar ve 40’ların arkaplanı olarak kullanıyor. Bir anlamda, nereden nereye geldik; biz (halk) savaştık ve sonra zafer kimlerin elinde kaldı… demeye getiriyor. Ama MİM’in kalanında, yani yüzde doksanında, 1900-1940 arasının Türkiye toplumuna, özellikle de 1940-41 yıllarındaki haline amansız bir dikkat ve gözlemcilikle eğiliyor. Sert bir bakışı var. Birçok yerde Marksist teorinin içsel icap ve dayatmalarının dışına çıkıyor. Topluma ve insanlara sosyalist-realist değil klasik realist tarzda yaklaşıyor. Olması gerekeni değil, kendi gördüğü kadarıyla gerçekten olanı anlatıyor.

Balzac, Stendhal, Dickens, Zola, Çehov, Tolstoy damarından gelen, bazen Pablo Neruda’yı çağrıştıran, bazen Marquez’i ve diğer Latin Amerikalıları haber veren müthiş bir manzum roman. Hâlâ da modern Türkiye edebiyatının doruğu. Ve başka her şey bir yana; asıl konumuz itibariyle iki savaş arasının Tek Parti’sini, siyasî kültürünü, haysiyetsiz hizmetkârlarını, iktidar düşkünlerini, trollerini ne biçim anlatıyor!          


[1] Tıpkı Türkiye’de, İslâmî kesimde 1990’larda uçveren yeni ve çok-sesli rönesansın gerek 28 Şubat, gerek 28 Şubat’a tepki , gerekse 2012 sonrası otoriterleşme süreçlerinde siyasete feda edilmesi gibi. Bu konuda ilkin bkz Nihal Bengisu Karaca, “Bu feryad bülbül sesi mi?”; Habertürk, 3-4 Şubat 2019. Ben de Karaca’nın gözlemlerinden hareketle aynı konuda iki yazı yazmıştım; bkz  “‘Beka’cılık ve kültürel etkileri (1) genç Müslüman entellektüellerin 1990’lardaki durumu” ve “‘Beka’cılık ve kültürel etkileri (2) 28 Şubat ve zıddına dönüşen sonuçları”; Serbestiyet, 7-8-9 Nisan 2019. 

- Advertisment -