Şu sıralar, her gün, ya da haftada birkaç kez köşe yazısı yazabilen arkadaşlarıma “imreniyorum.” Bir hafta kadar önce aynı gazetede yazılar yazdığımız bir arkadaşımı ziyaret ettiğimde, “gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsun Selami” diye sormuştu. Her zaman uzun sohbetler edebildiğim arkadaşımın sorusu karşısında şaşkınlığa düşmüş; “bilmem ki abi, içimden ne konuşmak geliyor ne de yazmak” demiştim. Somut durumumdu ifade ettiğim. Eve döndüğümde yıllar gözümün önünden film şeridi gibi geçmeye başladı.
2009’un son aylarındaki Habur Sınır Kapısı’nda silahlarını bırakıp Türkiye’ye dönen 34 PKK’lıyı on binlerce insanın coşkuyla karşılayışını ve ardından yaşananları, bir süre sonra gelenlerin tutuklanışını, sonraki “yeni” çatışmalı süreci anımsadım.
2010 yılına geçtim. İlk kez devletin “silahların susturulması ve Kürt sorununun çözülebilmesi için” PKK ve Öcalan’la görüşmeler sürdürdüğünü açıklaması, bu açıklamaya rağmen Anayasa Referandumunda yüzde 58 oy alması geldi aklıma. Üç yıl sonra, bizim içeriğini bilmediğimiz, görüşmelerin “ilerlediğini”; Öcalan’ın Barış Deklarasyonunu dinlemek için iki milyona yakın insanın Diyarbakır’da bir araya geldiğini, 70 milyondan biri olarak, gazetelerde okudum, televizyonlarda izledim.
Ardından “yüz yıllık bir sorunu halka da anlatmak için” Akil İnsanlar Grubu oluşturuldu. Benim için, milyonlarca insan için, barış çabasını tüm Türkiye’de anlatma çabasıydı. Benim doğup büyüdüğüm bölgenin Akil İnsanlarından biri arkadaşımdı. O bölgedeki sosyalist, AKP’li, CHP’li, partisiz tüm arkadaşlarımı seferber edişimi hatırlıyorum şimdi. Bir de, bu çabam için, bana “küsen” bazı “solcu” arkadaşlarımı…
Başbakan Erdoğan halk oylamasıyla cumhurbaşkanı olduktan sonra olağan seçim süreci başladı. HDP seçimlere bağımsız adaylarla değil, tüm ülkede parti olarak katılma kararı verdi. Seçim barajı nedeniyle riskli, ama sivil siyasette yer alabilmek için cesaretli bir adımdı. İlk saldırı “soldan” başladı. “Bunlar daha sonra iktidarla anlaşıp, Cumhurbaşkanını BAŞKAN yaptıracak” söylemi, neredeyse tüm “sol” arasında konuşulan tek konu oldu. HDP ise — uğradığı onlarca saldırıya rağmen — üçüncü parti çıktı. Bu sonuca etki eden faktörlere girmiyorum.
8 Haziran’dan sonraki bir hafta “sükunetle” geçti. O sıra, doğduğum küçük bir Karadeniz kasabasındaydım. AKP’li, CHP’li arkadaşlarım, “artık kavga etmeyelim yakında koalisyon kuracağız” diyerek birbirleriyle şaka ediyorlardı.
Aklıselim sahibi insanlar, HDP’nin ve onun nezdinde Kürtlerin sivil siyasette yer almış olmasına bir umut, bir şans olarak baktılar. Ortaya çıkan seçim sonuçlarının da yeni bir barış dönemi açacağına. Oysa ne koalisyon, ne de yeni bir hükümet kuruldu. Eski hükümetle, kendimizi yeniden bir “cehennemin” ortasında bulduk.
Eğer HDP’nin bir parti olarak seçimlere girmesi, sivil siyasette yer alması, birilerinin politik hesaplarını alt üst ettiyse, ne diyebilirim? Benim, silahların sustuğu, çocukların, yaşlıların, askerlerin, polislerin, gerillaların ölmediği, anaların babaların ağlamadığı, tüm halkların özgür yaşayabileceği demokratik bir toplum için direnmekten başka şansım var mı?
Yeni seçime bir ay kalmışken, başka ne söylenir bugün, ne yazılır? Birilerinin iktidar hırsına teslim olmadıysanız, siz ne yazar, siz ne söylerdiniz?