[8 Şubat 2022] Bu konuya iki gün önceki giriş yazımda (bkz Bazı yöntem sorunları, 6 Şubat 2022), böyle kestirimlerin geçerlilik sınırlarını sorgulamıştım. Bütünüyle yanlış ve yararsız mıdırlar, demiştim; kesinlikle hayır. Alacakaranlıkta, el yordamıyla ulaşılan ilk genellemelerdir. Güçlü sezgi ve içgörüleri içerebilirler. Bazen, belki çoğu zaman, değişimin ve içine girilen momentin bazı önemli boyutlarını yakalamayı başarırlar. Ama dikkatle kullanmak gerekir. Her teşbihin geçerlilik sınırları fazla zorlanır ve yarım doğrular mutlak doğrulara dönüştürülmeye; söz konusu ilk genellemelerden sert prediktif modeller, üstelik bir de normatif stratejiler çıkarsanmaya kalkılırsa, bunlar da başka kalıp ve dogmalara dönüşebilir. Hatâ olasılıklarının giderek çoğalmasına yol açar.
Bugünün uluslararası konjonktürüne bakarken, bu uyarıları kendi kendime de tekrarlamak, habire altını çizmek ihtiyacını duyuyorum. Dolayısıyla olabildiğince tasvirle (betimlemeyle) yetineceğim; prediktif ve preskriptif düzeylere, hiç olmazsa makro planda, pek sıçramamaya çalışacağım. Gene de hemen söyleyeyim; iki savaş arasını, 1918-1939 yıllarını bir parça bilen biri, hele bir tarihçi için, bazı benzerliklerden ve telkin ettiklerinden kaçınmak çok zor. (1) Birinci Dünya Savaşının sonu ve hanedan imparatorluklarının dağılmasıyla birlikte esen ilk cumhuriyet, anayasa ve demokrasi rüzgârı (2) daha 1920’den itibaren tersine dönmüş; bir dizi askerî diktatörlük, kraliyet diktatörlüğü ve sair otoriter rejimler kurulmaya başlamıştı. (3) İster ulusal, ister uluslararası planda, kutuplaşma tırmanıyor, merkez veya ara zemin yokoluyor, her şey ve herkes uçlara savuruluyordu.
(4) Aşırı solda Komünizm, aşırı sağda Faşizm ve Nazizm, demokrasi karşıtlığının (ya da liberalizmden ve demokrasiden kaçışın) en ekstrem örnekleriydi. (5) Söylemeye gerek var mı: hepsi sonuna kadar düşmandı, Batıya, temsil ettiği (ona izafe edilen) değerlere ve işbu “Batı değerleri”nin (güya) dışarıdan dayatılmasına. (6) Tabii benzer bir duruş, anti-kapitalizm ve anti-emperyalizm adına sosyalist sol için de geçerliydi. (7) Ancak bu yelpaze simetrik değildi. Komintern hamaseti içinde doğup büyümüşlüğümüzün yanılsamalarını bir yana bırakalım. Bütün çözümlerin sağda arandığı bir dönemdi. Aşırı sağın çekim gücü, aşırı solun çekim gücünden kat be kat fazlaydı.
(8) O gün de yükselen bazı büyük devletler vardı. Bunlar Avrupa’da Faşizme sarılan (Faşizmi icat eden demek daha doğru olur) İtalya ile Nazizme sarılan Almanya’ydı. Uzak Doğu’da onlara, Meiji Restorasyonu’ndan hızla emperyalizme ve militarizme sıçrayan Japonya eşlik ediyordu. (9) Hepsi hiper-milliyetçiydi, hepsi saldırgandı, hepsi yayılmacıydı. (10) Her birinin, geçmiş (reel veya hayalî) mağduriyetlerinden türettiği hak ve toprak iddiaları vardı.
(11) Bu iddialar kâh demografik-lingüistik, kâh tarihsel (daha doğrusu sahte-tarihsel), kâh doğrudan doğruya askerî güvenliğe ilişkin gerekçelere dayandırılıyordu. “Burada biz [ya da bizimkiler, soydaşlarımız] çoğunluktayız, dolayısıyla bizim olmalı.” Veya “burada ilk biz vardık, dolayısıyla bizim olmalı.” Veya “bu topraklar altın çağını bizimle yaşadı, dolayısıyla bizim olmalı.” Daha da hayâsız bir Makyavelizmle: “Güvenliğimiz için bu tampon bölgeye ihtiyacımız var, dolayısıyla bizim olmalı.” (12) Bazı durumlarda, kendine özgü bir “misak-ı millî” tasavvuru da işin içine giriyordu, özellikle Almanya örneğinde: “Bu topraklar [batıda Alsace-Lorraine, doğuda Danzig Koridoru vb] bizden koparılıp başkalarına verildi, dolayısıyla bizim olmalı.”
(13) Öyle veya böyle; hepsi, millî beka dâvâlarından kaynaklanan birer Büyük Almanya, Büyük İtalya, Büyük Japonya projesinin peşindeydi. (14) Nazizm için bu, Versailles’da uğranan haksızlıktan filizlenip, “bilimsel ırkçılık”la sulanıyor, Ortaçağın Kutsal Roma İmparatorluğu nostaljisiyle besleniyor ve limitte, “üstün” Almanların Üçüncü Reich’ına — “aşağılık” Slavların köle emeğine dayandırılacak bir Doğu Avrupa lebensraum’una (yaşam alanına) uzanıyordu. (15) İtalya için bu, Pax Romana’nın (Roma Barışının), Roma İmparatorluğu’nun Akdeniz ve Afrika egemenliğinin canlandırılması demekti (tabii gücü yettiği kadar). (16) Japonya için bu, Kore, Çin ve Hindiçin’yi kapsayacak bir “Büyük Doğu Asya Ortak Refah Bölgesi”nde somutlanıyordu.
(17) Sonuçta hepsi emperyaldi, emperyalistti, şu veya bu Yeni Düzen adına ateş, barut ve kanla çıkageliyordu. (18) Dönüp baktığımızda, hiçbiri çok dayanamadı aslında. Mussolini 1922-43 arasında yirmibir, Hitler 1933-45 arasında oniki, Japon militarizmi 1931 Mançurya (Mukden) Vakasıyla başlatırsak ondört, 22 Şubat 1936 darbe girişimiyle başlatırsak dokuz yıl ayakta kalabildi. (19) Ancak bu kısa insiyatif dönemleri boyunca elbette çok güçlüydüler, korkunçtular ve bu sayede çeşitli ülkelerde kendilerine biat edenler — hayranlar, işbirlikçiler, beşinci kollar peydahladılar. (20) Hattâ Nazizmden önce ve bağımsız olarak kurulan birçok diğer sağcı diktatörlük ve otoriter rejim de, Hitler 1933’de iktidara geldikten sonra bağımsız kalamayıp Almanya’nın yörüngesine girdi. Berlin’e boyun eğdi, İkinci Dünya Savaşında Alman ordularının müttefiki, yedek gücü oldu.
(21) İtalyan, Alman ve Japon emperyalistleri, bu işbirlikçilerinden de yararlanarak, yayılma hamleleri sırasında her türlü hileye, tertibe, darbeye, yalan dolana, provokasyona, “sahte kimlik” (false flag) operasyonlarına başvurdu. Her birine küstahlıkları, fütursuzlukları, uluslararası diplomasi kurallarına, kurumlarına ve dünya kamuoyuna aldırmazlıkları eşlik etti.
(21.1) Yukarıda sözünü ettiğim Mançurya (Mukden) Vakası. Çin’in Mançurya diye bilinen kuzeydoğu ucunda konuşlanan ve Tokyo’daki sivil hükümetten tamamen bağımsız davranan (Japon) Kwantung Ordusu, 29. Piyade Alayında görevli bir teğmen aracılığıyla, (Japonya’ya ait) Güney Mançurya Demiryolu’nun Mukden (şimdi Şenyang) yakınlarındaki kesimine çok küçük çaplı bir sabotaj düzenledi. Azıcık dinamit patlatıldı ve hat hemen hiç zarar görmedi. Bütün trolleriyle birlikte Japon propaganda aygıtı, derhal ve toptan Çin milliyetçilerini suçladı. Ordu bu gerekçeyle taarruza geçti ve Mançurya’nın tamamını işgal etti. Burada kukla Mançukuo devleti kuruldu. Milletler Cemiyeti’nin görevlendirdiği Lytton Komsiyonu, Japonya’nın sahtekârlığını gözler önüne serdi. Japonya’nın karşılığı, Milletler Cemiyeti’nden çıkmak (yani ben bu kurallarla oynamıyorum demek) oldu.
(21.2) Habeşistan Krizi. 1934’te Afrika’nın Boynuzu’ndaki Eritre ve Somali kıyı şeritleri zaten İtalyan sömürgesiydi. Ancak İtalya buralara yaptığı askerî yığınak sayesinde asıl Etyopya’ya, o zamanki adıyla Habeşistan’a saldırmayı tasarlıyordu. Somali sınırındaki Walwal Karakolu aslında fazla ilerideydi, Etyopya toprağındaydı ve boşaltılması gerekirdi. Bu da başlı başına bir provokasyon teşkil ediyordu. Nitekim 22 Kasım 1934’te Walwal’a ulaşan bir Etyopya milis gücü, İtalya-Somali garnizonunun geri çekilmesini talep ettiğinde gerginlik tırmandı. Yöreye İtalyan takviye birlikleri gönderildi ve 5-7 Aralık’ta çıkan çatışmalarda 100’ü aşkın Etyopyalıyla birlikte 50 kadar İtalyan ve Somalili asker de can verdi. Mussolini aradığı bahaneyi bulmuştu. İtalyan orduları 3 Ekim 1935’te savaş ilân etmeksizin hem kuzeyden hem doğudan taarruza geçti. 5 Mayıs 1936’da Addis Ababa düştü. Yaptırım girişimlerinin cılızlığına karşın İtalya da (ben de oynamıyorum diye) Milletler Cemiyeti’nden çekildi ve “İtalyan Doğu Afrikası”nı (Africa Orientale Italiana’yı) kurdu.
(21.3) Anschluss (Avusturya’nın ilhakı). Anschluss “birleşme” veya “katılma” demek; hemen tam enosis karşılığı. Milliyetçilik boğazlaşmalarında, ilk vücut bulan bir ulus-devlet çekirdeğinin başlangıçta dışında kalan, yani irredenta konumundaki soydaş ve/ya dindaşların, “dış” Germenlerin, “dış” Slavların, “dış” Türklerin, “dış” Yunanlıların vb nihayet kendileri de kurtulduğunda o ilk birime şu veya bu şekilde dahil olmalarını anlatır. Alman ulus-devletinin Prusya-Avusturya kapışması yoluyla kurulmasının ardından, toz duman yatıştığında ve Avusturya artık ikincil konuma düştükten sonra, bu özlem Alman milliyetçiliğinin Pan-Germanist varyantında 20. yüzyıl başlarından beri hep mevcuttu. Sosyal-Katolik ve korporatist diye tarif edebileceğimiz Anavatan Cephesi’nde somutlanan özerk Avusturya Faşizmi karşısında, “birleşme” özlemine Avusturya Nazi Partisi sahip çıktı. Başbakan Dollfuss 1934’te bir suikaste kurban gitti. Halefi Kurt Schuschnigg, 11 Mart 1938’de bir Nazi darbesine maruz kaldı. İstifaya zorlandı. Ertesi gün sınır kapıları açıldı. Alman birlikleri alkışlarla, bando mızıka eşliğinde Avusturya’ya girdi.
(21.4) Münih İhaneti. Ortaçağın göç ve kolonizasyon hareketleri, büyük bir Alman diasporası doğurmuştu. Orta ve Doğu Avrupa’nın Çekoslovakya’dan başlayıp Polonya’dan geçerek tâ Volga kıyılarına kadar uzanan geniş alanlarında kalabalık Alman grupları (= Almanca konuşan topluluklar) mevcuttu. Bunlar Nazizmin yeniden canlandırdığı Pan-Germanizmin kolay hedefi oldu. Hitler Avusturya’yı ele geçirdikten sonra 1938 Sonbaharında Çekoslovakya’ya yüklendi. Almanya’ya bitişik ve yoğun bir Alman nüfusun yaşadığı, Nazi Partisi’nin de çok örgütlü olduğu Südetler bölgesini talep etti. 17 Eylül’den itibaren, adım adım düşük yoğunluklu bir savaşa girişti. Müthiş bir tehdit ve propaganda baskısı kurdu. Çek hükümeti direndi. Güçlü bir orduları vardı ve dağlık arazi, Alman tank tümenlerinin blitzkrieg taktiklerine elverişli değildi. Hitler’in şantajı ve blöfüne direnilecekse, burada direnilecekti. Ne ki, İngiliz ve Fransız yatıştırmacılığı ağır bastı. Çekoslovakya ile aralarındaki, tâ 1924-25’ten kalma karşılıklı yardım ve saldırmazlık anlaşmalarına da ihanet ederek, güya “Avrupa’da kalıcı barış” uğruna 30 Eylül 1938 tarihli Münih Anlaşmasıyla düpedüz sattılar Çek hükümetini. Tabii hiçbir sözünde durmadı Hitler. Wehrmacht önce Südetleri, sonra bugünkü Çekya’yı, sonra Çekoslovakya’nın tamamını işgal etti. Südetleri verin, başka hiçbir şey istemeyeceğim diyen Führer ertesi yıl bu sefer Polonya’ya göz dikince, korkunun ecele faydası olmadığı görüldü. Yatıştırmacılık iflâs etti. Batılı Müttefikler çok daha elverişsiz koşullarda da olsa direnmek zorunda kaldı. 1 Eylül 1939’da İkinci Dünya Savaşı patlak verdi.
(22) Yükselen emperyalistler karşısında biat ve işbirlikçilik, savaş öncesiyle sınır kalmadı. Mihverin 1939-42 arasındaki üstünlüğü, işgale uğrayan ülkelerde Faşizm ve Nazizm kuklalarının, Norveç’ten türeyen adıyla Quisling’lerin, Fransa’dan türeyen adıyla Pétain’lerin, Yugoslavya’da Ustaçi’lerin ve daha nicelerinin ihanetiyle elele gitti. Ancak Mihverin yenilgisidir ki hepsinin sonunu getirdi.
Şimdi buradan yetmiş seksen yıl sonrasına sıçrayıp, yukarıdaki 22 maddenin günümüzde karşılığı var mı, ya da ne kadar var diye sormaya başlayabiliriz.