Normalleşme zamanı geldi mi? Evet, geldi. Çünkü tehlike çok büyük oranda kontrol altına alındı. Çünkü istisna hali, yarattığı toplumsal kutuplaşma ve fay hatları sebebiyle daha fazla sürdürülebilir değil.
Peki, normalleşebilecek miyiz? Bir yol bulup mutlaka normalleşmemiz lâzım. Ama işimiz pek kolay değil. Bu zorluğu ben değil, koşullar söylüyor. Son altı yıla göz attığımızda bizleri anormalleştiren koşullar olarak şunları görürüz:
* FETÖ tehdidi;
* PKK şiddeti;
* Dış kuşatma;
* Muhalefetin tavrı, iktidarın yönetim tarzı;
* (Hepsinin sonucu) kutuplaşma.
Kutuplaşmayı tetikleyen sebeplerin hiç değişmeden kaldığı veya kalacağı bir atmosferde, neyle ve nasıl normalleşeceğiz? Eğer normalleşmeden kasıt sadece FETÖ tehlikesi ise, işimiz çok kolay derim. Kuşkusuz FETÖ tehlikesi henüz bitmiş sayılmaz. FETÖ’nün yüzde 60’ı deşifre oldu. Ancak yüzde 40’lık bölümü henüz deşifre olmuş değil. Bu da mevzu FETÖ olunca hâlâ dikkatli ve ihtiyatli olmak gerektiğini söylüyor.
Ancak FETÖ halkın vicdanında mahkûm oldu. Bu yapının artık bir daha etkili bir güç haline gelmesi mümkün görünmüyor. Çünkü FETÖ daha ismi zikredilir edilmez yediden yetmişe herkesin lânet yağdırdığı bir varlığa dönüştü.
FETÖ tehlikesi bertaraf edilse dahi (ki resmi ağızlar büyük oranda edildiğini söylüyor), geriye kalan diğer kutuplaştırma sebepleri yerli yerinde durdukça, söyler misiniz, normalleşme nasıl olacak? Burada “imkânsızın teorisi”ni yapar pozisyona düşmek istemem. Amacım kesinlikle bu değil. Amacım zorlukları hatırlatıp, zorlukları bilerek hareket edilmesini sağlamak.
İçeride ve dışarıda normalleşme
Eğer gerçekten iktidarı ve muhalefeti ile normalleşmek istiyorsak, önce normalleşmenin ilkeleri bazında bir uzlaşmaya varmamız, sonra uzlaşmayı pratiğe dökecek bir yol haritası belirlememiz lâzım. Bu da öyle kolay bir harita olmayacak. Çünkü orada bizleri çok ciddi mânâda üç önemli sınav alanı bekliyor.
İlk sınav, aşırı politize olmuş kutuplaşmayı nasıl hafifletebileceğimize ilişkin. Bu konuda iktidarın da muhalefetin de, aydınların da yığınla hatâsı oldu. Hep birlikte Türkiye’yi aşırı kutuplaşmış hale getirdik. Muhalefet yine her şeyi Erdoğan karşıtlığı üzerinden okuyacak ve açıklayacaksa… aşırı şeytanlaştırma dili kullanacaksa… iktidar bir kez daha sadece Türkiye’nin yarısının partisiymiş, sadece muhafazakâr kesimi kucaklıyormuş gibi bir görüntü verecekse… “ben yaptım, oldu bitti” diyecekse… “kesişirliği” normalleşmenin kilit ilke kodu kılmayacaksa… Söyler misiniz, bu tablodan normalleşme çıkar mı?
İkinci sınav dışarıyla ilişkiler alanında. Dış dünya ile ilişkiler nasıl olacak? Yaşadıklarımızın daha çok dışarının içeriye etkisi olduğu düşünülürse, bu soru daha bir önem taşır hale geliyor. Dışarının siyasî, ekonomik ve sosyal açılardan içeriyi etkileme, yönlendirme ve belirleme kapasitesi ne şekilde bertaraf edilecek? AK Parti, dışarıyla ilişkilerde dışarının içeriyi etkileme kapasitesi ile içerinin bu kapasiteyi boşa çıkarma faaliyeti arasında yaşanacak gerilimi iyi yönetebilecek mi? Veya, bu gerilimi yönetebilme kapasitesi yeni başkanın elinde olan bir şey mi? Tüm bu sorulara yanıtımız “dışarıyla uzlaşırız” şeklinde olursa, bu sizin kurtuluşunuz anlamına gelir mi?
Tabii tüm bu söylediklerimden “dışarıyla her açıdan bir kurtuluş savaşı veririz” sonucu da çıkmamalı. Ben gerçek savaşların savaşılmadan kazanıldığına inananlar ekolündenim. Bu da taktik, strateji ve öngörü gerektiren bir husus. Dışarının içeriyi etkileme kapasitesini de ancak böyle davranarak bertaraf edebiliriz. Tabii ki Türkiye, uyuşturucu ve uyruklaştırıcı dış hegemonyaya karşı yaratıcı ve dirimsel varoluşunu sürdürecek. Ama attığı taşın kurbağaya değip değmediğini hesaplamadan mücadeleye girişirse, sonuçta zarar gören kendisi olur.
Demokratikleşmeyi derinleştirmek
Üçüncü sınav, bizleri demokratikleşme alanında bekliyor. Meselenin erkler ayrılığı, hukuk devleti, yargı bağımsızlığı, düşünce özgürlüğü gibi temel konularına girmek istemiyorum. Bu boyutlar yöneticilerin yönettikleri ile barış ve uzlaşı içinde yaşamasının normalleştirici uzamlarıdır. Bir ülkenin tımarhaneye dönüşmemesinin de rehabilitasyon üniteleridir.
Benim tartışmak istediğim, bu hususların dışında kalan boyutlar. Bir kere Türkiye’nin hiçbir Batı ülkesinde örneği görülmeyen çok ama çok ciddi, üstelik uluslararası boyutu da bulunan yaygın ve sistematik bir şiddet sorunu var. Türkiye dünyanın en büyük gerilla hareketine karşı mücadele veriyor. Bu mücadeleyi sadece demokratikleşmeyi derinleştirerek verirseniz kazanamazsınız. Hem geçmiş deneyimler, hem son altı yılda yaşananlar bize bunu söylüyor. Eğer şiddet olayını kontrol altına almaz ve öyle tutmazsanız, bu durum en çok Fırat’ın batısını etkiliyor. Fırat’ın batısında yükselen homurtu ve uğultuların ise ülkeyi çok ciddi siyasi ve toplumsal kaosa sürükleyeceği, herhalde herkesin kabul edeceği bir husustur.
O zaman ne yapacağız? Bu sorun yüzünden istediğimiz yoğunlukta demokratikleşemiyoruz. Ama demokrasiyi de çok seviyoruz. Bizi demokrasi sevgisinden mahrum bırakmayacak, ancak bu sevgiyi de istismar etmeyecek bir hassas noktayı bulmamız lâzım. Bu öyle bir hassas nokta olmalı ki hem şiddet ile mücadelede zafiyet yaratmasın, hem de AB ile ilişkilerde daha fazla tahribat oluşmasın; Türkiye’yi AB perspektifi ve hedefinden kesinlikle uzaklaştırmasın.
Ben tüm bu hassasiyetleri gözetmeyen bir demokratikleşme derinliğinin, içeride çok ciddi sıkıntılara yol açacağı kanaatinde olanlardanım. Zaten PKK de Türkiye’nin bu açmazının çok farkında. Kendi çözümlemelerine bakarsak şunu görürüz: Mücadele eninde sonunda hem Türkiye’nin ilerici demokratik güçlerini, hem de uluslararası aktörleri iktidar ve devletle karşı karşıya getirecek.
PKK stratejisini böyle kuruyor diye demokratikleşmeden uzaklaşacak değiliz. Ama nasıl? Bu konularda Türkiye’nin önünde üç seçenek var. Birinci seçenek: demokrasi ülke özgünlüğü gözetilerek yeniden üretilebilir. Bu kapsamda ve ilişkilerin daha fazla bozulmaması için, AB’ye ilişkin siyasi katılım perspektifi geçici olarak dondurulabilir. Eşzamanlı olarak ekonomik katılım perspektifi derinleştirilebilir. İkinci seçenek: şiddet ile mücadelede hızlılığı, seriliği, çabukluğu etkilemeyecek bir demokratikleşme paketi söz konusu olabilir. Ancak bu seçeneğin AB ile ilişkilerde yaratacağı handikaplar olacaktır. Üçüncü seçenek: AB ile katılım müzakerelerinin yeniden canlandırılması, içeride de radikal demokrasi uygulamaları. — Türkiye’nin yaşadığı ciddi şiddet olgusu olmasaydı, en gerçekçi seçenek bu olacaktı. Ama öyle anlaşılıyor ki, Türkiye birinci ve ikinci seçeneği harmanlayan bir karma sistemle yoluna devam edecek.
Erdoğan’a Türkiye’nin yarısının Başkan, diğer yarısının Cumhurbaşkanı diye hitap ettiği bir siyasal iklimi yeniden yapılandırabilme becerisi gösterebilirsek, normalleşmenin önündeki zorlukların büyük kısmını geride bırakmış olacağız.