Bayram günleri ev oturmalarında konu, dolardan, ABD’den fırsat buldukça “Nerede o eski bayramlar” nostaljisine döndü yine.
Eski bayramlarla birlikte, herkesin en değerli ve en mutlu olduğu çocukluğunu özlemesinde bir tuhaflık yok.
Ama etrafımızı saran nostalji rüzgarlarının hepsi bu kadar masum ve zararsız değil.
“Nostalji” kavramının zannedildiği kadar eski ve nostaljik bir tarihi yok.
17. yüzyılın sonlarına kadar böyle bir kavramdan dahi kimse haberdar değildi. Çünkü henüz keşfedilmişti. Kavramın kaşifi bir edebiyatçı ya da tarihçi de değil. Bir doktor; İsviçreli askeri hekim Johannes Hofer. Doktor Hofer, Fransa’da, İtalya’da, Hollanda’da paralı asker olarak ordularda savaşırken rahatsızlanmış İsviçreli asker vakalarıyla yakından ilgilenmişti.
Görünürde fiziki bir hastalıkları olmayan askerlerde mide bulantısı, yüksek ateş, baygınlık, iştahsızlık, kafada çıkan çıbanlar gibi ortak belirtiler görünmekteydi. Hatta bu rahatsızlık nedeniyle intiharlar da yaşanmıştı.
Hofer, aynı rahatsızlığı ve belirtileri evinden uzaklara dadı olarak giden genç kızlarda, okumak için başka şehirlere göç etmiş gençlerde de görmüştü.
Bu yeni bir hastalıktı.
1688 yılında Hofer, bu hastalığa Yunanca “eve-sılaya dönüş” anlamına gelen “Nostos” ile “acı” demek olan “algos” kelimelerini birleştirerek “Nostalgia” adını verdi.
Uzak kaldıkları vatanlarını, evlerini tutkuyla özleyen, mutlu çocukluklarına dönmek isteyenlerde görünen “Nostalgia” hastalığını bazen bir yemek, bazen bir koku tetikleyebilmekteydi.
İsviçreli askerlerde hastalığı tetikleyen, İsviçre dağlarında inek sağarken çalınan Khue-Reyen adlı şarkıydı. Şarkıyı duyan askerler, sıla hasretiyle hasta olmaktaydı. Hatta İsviçreli paralı askerlerin bir şarkıyla hasta olmasından rahatsız olan ordu komutanları bu şarkının çalınması ve söylenmesini yasaklamış, şarkıyı çalanlara ölüm cezası koymuşlardı.
Hofer’in teşhisinden sonra 17. yüzyıl ile 19. yüzyıl arasında Avrupa’da doktorlar binlerce “nostalji” hastalığı vakası tespit ettiler.
Hastalığa en çok uzun yıllar evlerinden uzakta savaşan askerler arasında rastlanmaktaydı. Bazı doktorlara göre hastalık bulaşıcıydı.
1733 yılında Almanya ile savaş sırasında Rus ordusunda artan nostalji vakaları yüzünden, ordu komutanı nostalji virüsü taşıyan ilk askerin canlı canlı yakılmasını dahi emretmişti.
Hastalığın tedavisinde hipnoz, travmayla ağır yüzleşme gibi yöntemler uygulanıyordu. Bazı doktorlar hastalığa beyindeki şeytani bir urun sebebiyet verdiğini düşünüyordu. Ama Hofer’in tavsiye ettiği en etkili tedavi yöntemi basitti; Hastayı evine göndermek…
Ama bu da her zaman çare olmuyordu.
(Bu anlamdaki nostaljinin Türkçe’deki karşılığı “Daüssıla”ydı. 1921’de Malta’da sürgün olan Süleyman Nazif ve 1928’de Almanya’ya dil öğrenmeye giden Sabahattin Ali “Daüssıla” adlı şiirler yazmışlardı.)
19. yüzyılın sonlarından itibaren nostalji kelimesinin anlamı, tıbbi bir kavram, bir hastalık adı olmaktan uzaklaşarak “yaralı bilinç” anlamında psikoloji bir kavrama dönüştü.
Eski, kötü hatıraların, travmaların, örselenmiş çocukluğun insanların üzerinde yarattığı tahribat anlamında kullanılmaya başlandı.
Ünlü Alman filozof Karl Jaspers’in doktora tezinin adı “Nostalji ve Suç”tu. Jaspers tezde Almanya’da kendilerine emanet edilen kız çocuklarını, büyüyüp kendilerini gibi evlerinden uzaklara gitmek zorunda kalmasın, zorluk çekmesinler diye öldüren dadı vakalarını incelemişti.
Ardından nostalji bugün kullandığımız “geçmişe özlem”, “çocukluğa dönmek istemek”, “altın çağlara hasret” anlamlarında kullanılmaya başlandı.
Fakat hızlı modernleşmeyle geçmiş, artık çok uzaklarda, bizden şok yabancı, ulaşılmaz bir yerde kaldı. Modernleşmenin başarı hikayesi sönümlendikçe de, artık bugünle ilişkisi zayıflamış, hatırlanmayan geçmiş, idealize edilmiş tarih anlatıları içinden teselli olarak geriye çağrıldı.
Bugünden ve gelecekten ümitlerini kesen bireyler ve toplumlar nostaljiyle kendilerini avutmaya çalıştılar.
İşte bütün eksiklerinden ve hatalarından arındırılmış hayali ve mükemmel bir geçmişe özlem anlamında nostalji, bugün Türkiye toplumunun farklı kesimleri için de ilk anlamına uygun bir hastalığa dönmüş durumda.
Muhafazakarlar ve milliyetçiler için Osmanlı, Kemalistler için Cumhuriyet’in tek parti dönemi, solcular için “80 öncesi” her şeyin çok iyi olduğu ve ondan sonra her şeyin bozulduğu birer altın çağ…
Geçmişin hikayeleri, hatıraları, sembolleri tek tek geri dönüyor, tarih sanki dün olmuş gibi canlı, öfkeler diri, bütün yaşadıklarımız tarihte yaşanmış bir tecrübenin tekerrürü ya da aynı şekilde tekerrür etmemesi için bir ibret meseli. Geçmiş, bugün ve gelecekten bize daha yakın hale gelmiş durumda.
Ama bu geçmiş bugüne bir şey söyleyen gerçek bir tecrübe değil, idealize edilmiş, hayali bir geçmiş.
Bütün dünyaya adalet dağıtan ve o gittikten sonra dünyanın dengesinin bozulduğu bir Osmanlı nostaljisinin gölgesi düşmeden dış politikada bugünün Türkiye’sinin gücü, gelecekte yapabilecekleri üzerine rasyonel bir tartışma yapmak mümkün değil.
Eğitim sistemini konuşurken, bugün olsa asla çocuklarını oraya göndermeyecek insanlar, birden karşınıza köylüleri köyde tutmak için zamanın ruhuna uygun kurulmuş Köy Enstitüleri’ni rol model olarak çıkarabiliyor.
Nostaljiye en uzak ideoloji olması beklenen sol bile bir zamanlar toplumu mobilize etmeyi başardığı, güçlü olduğu zamanların nostaljisi içinde kaybolmuş, gelecekle bağlarını koparmış durumda.
Türkiye’nin en büyük siyasi hareketleri ve partileri kendi geçmişlerinde yaşıyor ve o “geçmiş”ler bugün ve gelecek için adım atmalarını engelleyen ayaklarına bağlanmış taşlara dönmüş durumda.
Nostalji, bugünü ve geleceği birlikte konuşmanın önünde bir engel artık. Bugünü konuşma imkanları azaldıkça, gelecekten ümitler kesildikçe de nostalji rüzgarları daha sert esiyor, herkes kendi muzaffer geçmişine kaçıyor.
Bu nostalji hastalığından kurtulmanın çaresi kesinlikle herkesin evine dönmesi değil. Tam tersine herkesin psikolog koltuklarına oturtulup “şimdi ve burada”ya çağrılması gerek.
Çünkü aslında elimizde şimdi ve burada olanlardan başka hiçbir şey yok…