Ana SayfaYazarlarNot (2) Sonra bir gecede nasıl dönüverirler

Not (2) Sonra bir gecede nasıl dönüverirler

18 Haziran 1941’de Türk-Alman Dostluk Paktı’nu Dışişleri Bakanı sıfatıyla Türkiye adına imzalayan, yukarıda sağda resmini gördüğünüz Şükrü Saraçoğlu, TBMM’nin 23 Şubat 1945 oturumunda bu sefer Başbakan sıfatıyla, Türkiye Cumhuriyeti’nin daha ilk tehlike ânından itibaren özüyle, sözüyle ve silâhlı gücüyle “demokratik milletler”in yanında yer aldığını ve daima bu politikayı izlediğini söyler. Almanya’ya savaş ilânını bu ifadelerle gerekçelendirir.

[7-8 Haziran 2020] Nâzım’ın MİM’inde, Dördüncü Kitabın sonundaki 35 sayfalık İkinci Dünya Savaşı bölümü, Nazi ordularının 1941 yılı boyunca Sovyet topraklarında ilerleyişi, büyük Moskova muharebesinde ilk defa durduruluşu, Volokolamsk Şosesi direnişi (ki bunu ayrıca yazacağım), Almanlara esir düşen partizan Zoe/Tanya’nın asılması, bir de Fransız direnişçisi Gabriel Peri’nin kurşuna dizilmesiyle, 14 Aralık 1941’de noktalanır.

Beşinci Kitabın I. bölümü, (kısmen Nâzım’ın kendisi, kısmen Hikmet Kıvılcımlı olarak düşünebileceğimiz) komünist mahkûm Halil ile İstanbul’da yoksulluk içinde yaşayan karısı Ayşe’nin mektuplaşmasını içerir. “Bu 42 yılının bahar gününde…” diye başlayan II. Bölümünde, bir, Yunan adalarındaki açlıktan kaçarak gelen kayıklar ve iki, “Ermeniler kesilirken / kana battı göbeğine kadar” dizeleriyle tanıdığımız Çolak İsmail’in zulmü büyük yer tutar. Civara bir de Alman uçağı düşmüştür o arada. Gümrük Muhafaza memuru Kâmil Efendi, Ankara’dan “Alaman tayyare zabitanına itibar gösteriniz” diye emir geldiğini anlatır. Civarın büyük zengini Koyunzade’nin kulüpte verdiği ziyafete Vali Bey, Alay Kumandanı ve Polis Müdürü de katılır. Henüz Stalingrad olmamış, savaşın kaderi değişmemiştir. Nâzım ve döneminin trolleri yazımın giriş bölümünde anlattığım, tarafsızlık ama görece Mihver devletlerine yakın tarafsızlık politikasının, henüz kimse farkında olmasa da artık son demleridir.

MİM’in Beşinci Kitabının IV. Bölümünün başında, ilk 520 sayfa önce Haydarpaşa Garı’nda Anadolu’ya sevkedilirken karşılaştığımız komünist mahkûm Fuat tahliye olur, bir yıl yattığı kasaba hapishanesinden. Hemen trene atlayıp İstanbul’a döner. Biraz Orhan Veli gibi, Galata Köprüsü’ne çıkıp etrafı seyreder. Fakat Nâzım gene uzatmaz bu bir lâhzalık, yedi satırlık “şairane”liği. O sırada bir cankurtaran geçer canavar düdüğünü çala çala. Şehrin en yoksul, en işsiz, en perişan semtlerinden birinde, tek odada yaşayan beş kişilik bir ailenin topluca intihar ettiğini öğreniriz. MİM’in son cümleleri, kurnaz  (veya kendini kurnaz sanan) sıhhiye memuru Hasan Kılıç’ın cankurtaranın dönüş yolculuğunda kurduğu sahte ilâç vurgunculuğu hayallerine hasredilmiştir.

Hafif bir doymamışlık, bitmemişlik hissi uyanır insanın içinde. Bu kadar mıydı? Böyle mi sona erecekti? Kuvayı Milliye’de, Ali Onbaşı, Nurettin Eşfak, sarkık bıyıklı süvari ve Kayserili bir neferle birlikte biz de “öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya” seyrederiz, İzmir rıhtımından Akdeniz’i. MİM’in geneli ise hiç böyle epik, birleştirici, çıkış vâdeden, geleceğin perdesini aralayan bir sonuca bağlanmaz. Tersine, hayatın akışı içindeki binbir anlatı ipliğinden birinin ortasında kesiliverir. Ama belki de daha iyidir böylesi. Nâzım devam etmeyi düşünmüş müydü acaba? Bilmiyorum ama pek de sanmıyorum doğrusu. Zaten (Adam Yayınları’nda) 537 sayfanın sonunda işba halindeyizdir ve daha ne insan manzaraları getirecektir ki önümüze, o yılların Rumeli’si ve Anadolu’sundan? Dünyanın ve Türkiye’nin 1942 başlarındaki belirsizliği içinde — belirsizliğin griliği, gerilimi, korku ve sefaleti içinde — gümbürtülü bir Beethoven crescendo’suyla değil Mozart-vâri bir alçalışla, bir decrescendo veya diminuendo’yla, âdetâ cümle ortasında, yarı yolda kalıvermesi herhalde eserin ruhuna çok daha uygundur ve (yazarın takati de düşünüldüğünde) her bakımdan çok daha gerçekçidir.

*          *          *

Öte yandan, insan elinden çıkma bütün yapıtlar biter de zaman başsız ve sonsuz akmaya devam eder. Türkiye alabildiğine karanlık altı yıl yaşar 1939-45 arasında. Dışarıya kapalı, hemen her şeyin vesikaya bağlandığı, dar, boğucu, baskıcı, patriyarkal bir âlemdir. Dış politika ise tam bir mayın tarlasıdır. Hükümet Millî Mücadelenin başından beri Sovyetlerle iyi ilişkiler içindedir. 1923’ten itibaren Batılılaşma hamlesi İngiltere ve Fransa’yla da yakınlaşmayı beraberinde getirir. Mondros mütarekesine göre Hatay Osmanlı toprağıdır. Sonrasında Suriye’yi işgal eden Fransa, 1921 Ankara anlaşmasıyla Hatay’ı iade etmez; özel bir statü tanımakla yetinir. Ancak 1936’da bir bütün olarak Suriye’ye bağımsızlık tanıması bu durumu da değiştirir. Hatay’ın ilhakı sürecinde Türkiye ile önce İngiltere, sonra Fransa arasında, Akdeniz’de olası bir savaşa karşı işbirliği deklarasyonları gerçekleşir.

Derken Ağustos 1939 sonlarındaki Molotov-Ribbentrop Saldırmazlık Paktı her şeyi altüst eder. Türkiye solunun kalıntıları hâlâ farkında olmayabilir ama, Nazizm konusunda Batı’da yaygınlaşan türden yatıştırmacı hayallere Stalin de pekâlâ kapılmıştır 1930’ların ikinci yarısında. İngiltere ve Fransa yönetici elitlerinin bir bölümü Hitler’i doğuya saldırtmayı; Sovyet parti ve devlet yönetimi ise aynı canavarı batıya saldırtıp Doğu Avrupa üzerinde bir Alman-Sovyet condominium’u, ortak yönetimi tasavvur etmektedir. Chamberlain ve Daladier bu sakat kafa yüzünden 30 Ağustos 1938’de Münih Antlaşması’nı imzalayıp Çekoslovakya’yı satıverdikleri gibi, bir yıl sonra, 23 Ağustos 1939 tarihli Molotov-Ribbentrop Paktı’yla da bu sefer Stalin Polonya’yı satıverip Wehrmacht’ın 1 Eylül 1939 saldırısına halı döşemekten çekinmeyecektir.

İlginç olan şu ki, Stalin’in hegemonya projesi yalnız Polonya’nın değil, bir bakıma Türkiye’nin de Faşizm ve Nazizm karşısında kendi kaderine terkedilmesi demektir. Zira şimdi İngiltere ile Fransa bir yanda, Almanya ile Sovyetler Birliği diğer yandadır, Ankara’dan bakıldığında. Mihver baskısı giderek artar. 1 Mart 1941’de Hitler İnönü’ye, “Bulgaristan’da ilerleyen Alman birliklerinin, Türk sınırından, orada bulunmalarının maksadı hakkında yanlış bir yorumda bulunulmasına meydan vermeyecek kadar uzak kalmalarını emrettim. Şu kayıtla ki, Türk hükümeti, bizi, bu tutumumuzda bir değişiklik yapmağa mecbur edecek tedbirlere tevessül etmeyi lüzumlu görmesin” gibi tehditkâr cümleleri de içeren bir mektup gönderir. Buradaki imâlardan biri, “Büyük Bulgaristan” irredantizminin Trakya üzerindeki 1878 ve 1912-13’ten kalma taleplerinin gerekirse Nazilerce desteklenebileceğidir. Bir ay geçmez; Alman orduları aynı anda başlatılan çifte operasyonla 6-18 Nisan arasında Yugoslavya’yı, 6-30 Nisan arasına Yunanistan’ı işgal eder. Türkiye’de panik rüzgârları eser. Terkedebilen İstanbul’u terketmeye başlar (benim dedem, Cumhuriyet bürokratı Halil Namık Berktay ve ailesi de bu arada önce Ankara’ya, sonra İzmir’e göçer). 18  Haziran 1941 tarihli Türk-Alman saldırmazlık antlaşması bu koşullarda, Şükrü Saraçoğlu tarafından imzalanır (yukarıda soldaki resimde, soldan dördüncü Saraçoğlu’nu ve onun yanında, Hariciye’nin en Almancısı diye bilinen Numan Menemencioğlu’nu görüyorsunuz). Dört gün sonra, yani 22 Haziran 1941’de Barbarossa Harekâtı başlar. Hitler orduları Sovyetler Birliği’ne girer. Yani şimdi de bir bakıma TC, SSCB’yi satışa getirmiştir denebilir.

Devamında Türkiye, uzun süre Almanya’ya yakın durur. Büyükelçiliği Atatürk ve İnönü tarafından iki kere veto edilen Franz von Papen, Ribbentrop’un üçüncü denemesinde (dayatmasında mı demeli?) nihayet kabul edilir ve 1939-44 arasında meşum bir varlık olarak Ankara’ya yerleşir. Harry Potter’daki Voldemort tayfasından fırlamış gibidir. Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Killigil üzerinden, Türkiye’deki Turancı çevrelere para akıtmaya başlar.[1] Türkiye, Ekim 1941’de varılan “Clodius Anlaşması” çerçevesinde Almanya’ya 1941-1942’de 45,000 ton, 1943’te 90,000 ton ve 1944’te gene 90,000 ton krom ihraç etmeyi taahhüt eder. Almanya sırf bu kromun taşınmasına 117 lokomotif ve 1,250 yük vagonu ayırır.[2]

Bu garip ve karmaşık ilişkiler ağı içinde, gerek emekli ve gerekse aktif görevdeki bazı generaller (bugünkü deyimiyle) “ikinci kulvar diplomasisi”nde büsbütün korkutucu bir rol oynar. Örneğin Nuri Killigil (emekli) ve Ali Fuad Erden (muvazzaf) paşaların 1941-42 yıllarında Franz von Papen’le Türkiye’nin Almanya’nın yanında savaşa girmesi konusunda yaptığı bir dizi görüşme resmen hükümetin bilgisi dışındadır ama gerçekte öyle olup olmadığı belli değildir. Bu bağlamda bir diğer ilginç şahsiyet de 1932’de orgenerallikten emekli olan Erkilet Paşa’dır (tam adıyla Hüseyin Hüsnü Emir Erkilet). 1941’de, Alman ordularının Sovyet topraklarındaki ilk muzaffer ilerleyişi sırasında, Mareşal von Bock’un dâvetlisi olarak (aktif görevdeki) Ali Fuad Erden’le birlikte Doğu Cephesi’ni ve Kırım’ı ziyaret eder. Aşağıdaki resimde, zımba gibi üç genç Nazi subayının eşliğindeki iki heybetli şişkodan, üniformalı Ali Fuad Erden soldan ikinci, sivil giyimli Emir Erkilet soldan dördüncüdür. Bununla da kalmaz; Hitler’in Rastenburg yakınlarındaki Doğu Cephesi özel karargâhı “Kurt İni”ne,

Wolfschanze’ye dâvet edilir ve savaşın gidişatı hakkında bizzat Führer tarafından bilgilendirilirler. Fakat daha da ilginç olan, Stalingrad’dan, yani savaşın dönüm noktasından sonra dahi, Türk Silâhlı Kuvvetleri’nden bir gözlemci kafilesinin 1943’ün yaz aylarında yaptığı gezidir. Bu da Adolf Hitler’in Cumhurbaşkanı İnönü’ye gönderdiği özel bir dâvet temelinde cereyan eder. İnönü o sırada Birinci Ordu Müfettiş olan Orgeneral Cemil Cahit Toydemir’i bu heyetin başkanlığına getirir. Almanya’nın önde gelen askerî istihbaratçılarından, SS tümgenerali Walter Schellenberg (bkz aşağıda sağdaki fotoğraf) refakatindeki heyet, 26 Haziran – 7 Temmuz 1943 tarihleri arasında (a) Manş Denizi kıyılarında henüz inşa halindeki Atlantik Duvarı’nı ve denizaltı sığınaklarını görür; (b) Berlin’deki yeni SS uçaksavar sitelerini inceler;  (c) nihayet sıra Doğu Cephesi’ne gelir. Belgorod’da Wehrmacht’ın Merkez Orduları Grubu’na misafir olur; 6. ve 7. Panzer (tank ve motorize piyade) tümenlerinin Kursk saldırısı öncesindeki Harkov manevralarına katılırlar. Aşağıda soldaki fotoğrafta, 503. Ağır Panzer Taburu’nun son model Tiger I tanklarını izleyen Türk subaylarını görüyorsunuz. 1941’de olduğu gibi bunlar da sonrasında Wolfschanze’yi ziyaret eder, 5 Temmuz’da Kursk muharebesi başlamışken 7 Temmuz 1943’te Hitler tarafından kabul edilir ve Türkiye’ye dönerler.

Ne öğrenip İnönü’ye rapor ettiklerini bilemeyiz ama bundan sonra işler onları dâvet edenlerin istediği gibi gitmez. Kursk’ta Alman zırhlı birlikleri Sovyetlerin “önceden özel olarak hazırlanmış savaş meydanı” taktiğinin kurbanı olur. Kıskacın kuzey kanadı hemen hiç ilerleyemez. Güney kanadı ise 12 Temmuz 1943’te Prokhorovka’da Pavel Rotmistrov

komutasındaki Beşinci Muhafız Tank Ordusu tarafından durdurulur. Hemen ardından, Müttefiklerin Sicilya çıkarması haberi Hitler’i bütün harekâtı iptal etmeye mecbur eder.Bundan sonra Wehrmacht bir daha Doğu Cephesi’nde herhangi bir taarruza girişemeyecek; insiyatif tamamen Sovyetlere geçecek; özel olarak Alman Merkez Orduları Grubu ertesi yıl Sovyetlerin 23 Haziran – 19 Ağustos 1944 arasındaki Bagration Harekâtı tarafından hemen tümüyle yok edilecek, bu gruba mensup 34 tümenden 28’i 450,000 ölü verecek ve âdetâ yeryüzünden silinecektir.

*          *          *

Bu gelişmeler Türkiye’nin iç siyasetine kuvvetle yansımakta gecikmez. Daha önce de belirttiğim gibi, Türk milliyetçiliğinin ana mecrası İttihatçılık ve sonra Kemalizmdir. Turancılık veya Pan-Türkizm ise onun aşırı sağ uzantısıdır. İkisi arasında hem akrabalık hem rekabet ve düşmanlık; hem patronaj ve himaye hem siyasî hegemonyayı koruma ve araçsallaştırma ilişkileri söz konusudur. İngiliz-Fransız taraftarlığında ısrarlı olan Atatürk’ün 1938’de ölmesinden sonra, İnönü’nün cumhurbaşkanlığı döneminde ve özellikle 1939-43 arasında Türk faşizminin bu Turancı varyantı giderek daha fazla himaye görür. Bu tip Nazi yanlısı sokak hareketleri ve paramiliter güçler, İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman işgaline uğrayan bütün ülkelerde Hitler kuklaları ve işbirlikçilerine dönüşmüştür.

1942-43 kışına kadar, belki Türkiye’de de onları böyle bir gelecek beklemektedir. Ne ki, Mihver devletlerinin inişe geçtiği belirginleştikçe, hükümet bir yandan kendi Türkçülüğünü sergilerken diğer yandan söz konusu özerk faşist hareketi sınırlama ve zaptürapt altına almaya başlar. Turancı akım önce umursamaz bu tehlike sinyallerini. Burada benzersiz kişiliğiyle Nihal Atsız’ın rolünü de hesaba katmak gerekir. Mussolini ve Hitler’den günümüzün ulusalcı küçük ortağına kadar, bütün faşist (özellikle de komünistlikten faşistliğe transfer olmuş) liderleri hatırlatan kendine özgü bir megalomanisi, mutlak iradeciliği, saldırganlığı ve kavgacılığı vardır. Geri çekilmeyi bilmez. Dergisi Orhun’un 1 Mart ve 1 Nisan 1944 tarihli sayılarında, Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na hitaben iki açık mektup yayınyıp, yüksek mevkilerdeki “komünist”lerden şikâyet eder. Bunun üzerine Sabahattin Ali hakaret dâvâsı açar. 26 Nisan 1944 tarihinde Ankara’da yapılacak ilk duruşma, salonu aşırı milliyetçi gençlerin doldurması üzerine 3 Mayıs’a ertelenir. Öncesinde Nihal Atsız kahraman ve muzaffer bir komutan edasıyla varır Ankara’ya. Büyük bir Turancılık mitingi düzenlenir. Ulus Meydanı’nda toplanır ve Başbakan Saraçoğlu’yla görüşme talebinde bulunurlar. Atsız muhtemelen kendini Mussolini’nin 27-29 Ekim 1922’deki Roma Yürüyüşü’nün başında gibi hissetmekte, ya da Münih Birahane Darbesi sonrasındaki duruşmalarda Hitler’in yaptığı gibi olası mahkeme salonunda bütün Türk milletinin kalbini fethedeceğini tahayyül etmektedir.

Ama ister 1922’de İtalya’nın, ister 1933’te Almanya’nın Eski Muhafazakârları gibi davranmaz Tek Parti devleti. Çünkü Faşizm ve Nazizm bitmiştir uluslararası planda. İnönü Mussolini’yi başbakan yapan İtalya kralı III. Victor Emmanuele ya da Hitler’i şansölyeliğe getiren Hindenburg rolünü oynamayı herhalde aklının köşesinden bile geçirmez. Tersine, polis böyle bir saldırıyı hiç beklemeyen göstericilerin üzerine yürür, coplar, şiddetle ezip dağıtır; 165 kişi gözaltına alınır. Ünlü Irkçılık – Turancılık Dâvâsı açılır. Fakat rejim bir kere höt dedikten, kimin üst kimin ast olduğunu hatırlatıp siyasî hegemonyasını empoze ettikten sonra, bu sefer ana akım milliyetçiliği ile marjinal milliyetçilik arasındaki akrabalık ve himaye ilişkileri tekrar öne çıkar. Dâvâ 1945’e sarkar. Mart 1945’de bir dizi mahkûmiyet kararıyla sonuçlanır. İş temyize gider. Bugünkü adıyla Yargıtay bütün cezaları hafifletir. Ekim’de artık herkes tahliye edilmiştir.

*          *          *

Tahliye edilmiştir ama gün dönmüş, devran değişmiş; yerli sokak faşizminin şablonundaki fırsat hiç gelmeden gitmiştir. Ağustos 1944’te Sovyet orduları Bulgaristan’a girer ve Alman orduları kuzeye çekilir. Bu da Mihver devletleri ile Türkiye arasında en ufak bir temasın, sınırdaşlığın kalmaması demektir. Rahatlayan Ankara hükümeti, Almanya ile diplomatik ilişkilerine ânında son verir. 4-11 Şubat 1945’te Yalta Konferansı toplanır; Roosevelt, Churchill ve Stalin savaş sonrası dünyaya şekil vermeye başlar. Herkes kampını seçmek, nerede durduğunu ilân etmek zorundadır. Türkiye’nin karşılığı iki hafta geçmeden belirlenir. TBMM’nin 23 Şubat 1945 oturumuna 455 milletvekilinden 54’ü katılmaz. 401 vekilin oybirliğiyle, Almanya ve Japonya’ya savaş ilân edilir.

Benim iktidarları ve trollerini konu alan bu küçük dizimin son bölümünde, işte o gün Mecliste söylenen ve ertesi gün basında yazılanlara ilişkin bazı sevimli gözlemler yer alıyor. Görüşmeler sırasında Dışişleri Bakanı Hasan Saka, Britanya Büyükelçisinin “telkin”inin hükümet tarafından dikkat ve titizlikle incelendiğini; kabul edilmesinin gerek İttifakın, gerekse devletin daima ön planda tuttukları “alî menfaat”lerinin yararına olacağı sonucuna varıldığını ifade eder. 18 Haziran 1941’de Türk-Alman Dostluk Paktı’nı Dışişleri Bakanı sıfatıyla Türkiye adına imzalayan, en tepede sağda resmini gördüğünüz Şükrü Saraçoğlu, dört yıl sonra bu sefer Başbakan sıfatıyla, Türkiye Cumhuriyeti’nin daha ilk tehlike ânından itibaren özüyle, sözüyle ve silâhlı gücüyle “demokratik milletler”in yanında yer aldığını ve daima bu politikayı izlediğini söyler; Almanya’ya savaş ilânını bu ifadelerle gerekçelendirir. Türkiye zaten çoktandır Müttefiklerin safındadır ve şimdi yapılan, bu konumu resmileştirmenin son adımını atmaktan ibarettir. CHP milletvekillerinden Mümtaz Ökmen, Türkiye’nin daima Sovyetlerle dostluğu temel aldığını vurgular. “Büyük dostumuz” dediği Sovyetler Birliği’nin bütün diğer komşularının ya düşman Mihver saflarına katılmış ya da Mihver ordularına geçiş hakkı vermis olmasına karşılık bir tek Türkiye’nin böyle yapmadığının altını çizer. Öktem’e göre, Boğazların ve Kafkas sınırının dost ellerde olması, Sovyetlerin Stalingrad’da o kadar kahramanca direnmesini kolaylaştırıcı bir rol oynamıştır. Hattâ Türkiye’nin varlığı Kuzey Afrika’daki El Alameyn muharebesinin (23 Ekim – 11 Kasım 1942) sonucunu dahi olumlu yönde etkilemiştir.  

24 Şubat 1945 tarihli gazeteler ayrı bir âlemdir. Akşam’da Necmettin Sadak, Almanya’ya savaş ilânı teklifinin diğer tarafsız ülkelere yapılmamış olmasının bir tür ayrıcalık anlamına geldiğiyle böbürlenmeyi seçer. Yıllardır Alman taraftarlığıyla temayüz eden Cumhuriyet’in yönetimini dört ay sonra ölecek olan babası Yunus Nadi’den devralma sürecindeki Nadir Nadi, Türklerin “samimiyetle hürriyetperver milletlerin yanında olduğunu” kaydeder. Aynı gazetedeki sütununda Erkilet Paşa, hani şu Doğu Cephesi’nde Nazi subaylarıyla çekilmiş resmini daha önce gördüğünüz Hüseyin Hüsnü Emir Erkilet, “Sovyet Rusya’nın Askerî Gücü”ne hayranlığını terennüm eder.

Şimdi sıkı durum, veya daha da sıkı durun. Gene Cumhuriyet’te imzasız olarak yayınlanan “İcmal” başlıklı bir köşede, Türk milletinin ırkî üstünlük iddiasıyla kendi lebensraum’unu (yaşam alanını) başka milletler aleyhine genişletmeye kalkıp onların haklarını çiğneyen, topraklarını işgal eden ve dünyayı zindana çeviren Almanya ile hiçbir alışverişinin olamayacağı anlatılır. Aynı şey, Doğu Asya’da bir Ortak Refah Bölgesi kurmak adı altında başka milletlerin hürriyet ve istiklâl özlemlerini çiğneyip onları köleleştiren Japonya için de geçerlidir. Türkler ise demokratik bir millettir ve her zaman demokrasi cephesinden yana olagelmiştir.

*          *          *         

Gülmeyin. Hepi topu 75 yıl önce yazılıp söylenmiş şeylerden söz ediyoruz. Hafıza-yı beşer bu kadar mı nisyan ile malûldür? Öyleyse, acaba gelecekte bizi ne gibi viraj ve geri dönüşler beklemektedir?


[1] Bu da çok ilginç ve hâlâ esrarını koruyan bir episoddur, Türkiye’nin yakın tarihinde. Nuri Killigil (Nuri Paşa) diğer önde gelen İttihatçılarla birlikte 1918’de Türkiye’den Almanya’ya kaçıp sığınmış ve ancak 20 yıl sonra, 1938’de dönmüş; arkasından derhal Büyükelçi Franz von Papen’e yapışmış ve zaten Turancı harekete kendi cebinden vermeye başladıklarını Nazi desteğiyle arttırabilmişti. Killigil Nazilerin Türk etnik kökenli savaş esirlerinden bir ordu kurup bunu Türkiye’nin emrine vermesini ısrarla savunuyor; böyle bir adımı hükümetin, ordunun ve Türkiye halkının büyük çoğunluğunun destekleyeceğini iddia ediyordu. Kendi açısından çok aşırı iyimserdi ama gene de Nazilerin ilgisini çekti ve Alman Dışişleri Bakanlığı’ndaki Türkiye masasının şefi Ernst Woermann’ın Nuri Paşa’nın görüşleri hakkında hazırladığı ayrıntılı rapor, gene Dışişleri Bakanlığı’nda bir de Turancılık masasının kurulmasına; ayrıca bir “Doğu Türkistan” SS alayının teşkil edilmesine yol açtı. Bu arada Nuri Killigil bir hafif silâh ve madenî eşya fabrikası kurmuş; kısa zamanda işleri büyüterek havan ve havan mermisi üretimine de geçmişti. Ne ki, Almanya’nın savaşı kaybettiğinin kesinleştiği 1944 sonlarından itibaren iktidarın Türkiye’deki Alman taraftarlarına karşı giderek daha sert önlemlere başvurması, Nuri Killigil’in karanlık yükselişine de ket vurdu. Savaşın sona ermesinden dört yıl sonra, 2 Mart 1949’da Sütlüce’deki fabrikada kimyahanede çıkan yangın yayıldı, cephaneliğe sıçradı ve üç büyük patlama meydana geldi. Toplam 27 kişi öldü. Nuri Paşa da cesedi bulunamamasına karşın bu 27 ölü arasında sayıldı ve boş bir tabutla toprağa verildi. TBMM’nin 23 Mart 1949’da bu konuya hasrettiği gizli oturumun tutanakları hiç kamuoyuna açıklanmadı.

[2] Buna karşı ABD ve Britanya da devreye girip, çok ihtiyaçları olmadığı halde sırf Almanya’ya ulaşmasın diye Türkiye’den “önleyici krom ithalâtı” yapmak yoluna gider. Buna Türk tütünü ve kuru yemişleri de eklenir.

- Advertisment -