Bir süredir kültür üzerine yazıyorum. Hayatı irili ufaklı iktidar mücadeleleri üzerinden anlamlandıran, şiddet yüklü erkek egemen kültürün yaşamımızdaki yerini ve görünümlerini tartışmaya çalışıyorum. Konuyla ilgili bir kısım yorumlarda dikkatimi çeken bir eğilim oldu. Bazılarımızın, didiklemeye, eleştirmeye çalıştığım kültürel pratiklerin (1) toplumsal cinsiyet rolleriyle ilişkilendirilmesine; (2) bundan da öteye; bu pratiklerin, insanın doğal güdüleri (öz) yerine, öğrenilmişlikle (kültür) açıklanmasına kuşkuyla yaklaştığını fark ettim.
Yani, şöyle düşünülebiliyor: Hükmetme ve şiddet ne sadece erkeğe ait bir davranıştır ne de kültürle açıklayabiliriz; bunlar insan varoluşunun özünde yatan doğal güdülerle ilgilidir.
Bu kadar açık sadeleştirince oldukça sarsıcı bir itiraz…
Aslında eskimeyen bir tartışma teması bu. “Öz” mü önce gelir, “varoluş” mu?
İnsan canlısı, zihinsel süreçlerini ve toplumsal pratiğini belirleyen değişmez bir öze sahiptir; “öz”, düşünce ve davranışın belirleyicisi olarak varoluştan önce gelir diyenler ve insanı, değişmez olduğu iddia edilen “öz”ü aşan, benliğini biçimlendiren tercih iradesine sahip bir varlık olarak görenler.
Kolaylıkla fark edilecektir ki, özcülüğü uç noktaya taşıdığımızda, insanı düşünce ve davranışlarından sorumlu tutmamızın zemini kalmaz. Madem insan değişmez bir özün ürünüdür, o halde onun seçme özgürlüğü bulunmamaktadır. İrade, bir yanılsamadır; irade sonucu gördüğümüz bütün tercihlerin ardında kendini durmadan üreten ve dayatan bir öz bulunmaktadır. Eğer biz bir davranışta bulunuyorsak bu bizim başka türlü davranamayacak olmamızdandır. İktidarı istiyorsak, şiddet kullanıcısıysak, gücün yanında duruyor güçsüzü eziyorsak bu bizim özümüzle ilgilidir. Thomas Hobbes’un sesiyle: “Homo homini lupus”. İnsan insanın kurdudur…
Görüldüğü gibi “öz” fikri buralara kadar kolaylıkla taşınmaya elverişli ve aslında insan varoluşunu açıklamakta hiç de ikna edici değil…
Kendi varoluşumuzu üretirken sonsuz bir seçme özgürlüğünden bahsetmek elbette saçma olacaktır. Daha önce üretilen ve aktarılarak bizim ufkumuzu kuşatan zihinsel/düşünsel koşullar içinde yaşarız. İçine doğduğumuz kültürel yapıların da tarihsel olduğunu; ekonomik/ siyasi/ toplumsal koşullarla etkileşim içinde evrildiğini; zaman ve mekân olarak farklılaştığını söylemeye gerek yok. Fakat en dikkatsiz göz bile, bizim bu sınırlanmışlığımız içinde ne kadar geniş bir tercih alanımız olduğunu fark edecektir. Seçme özgürlüğümüzü önemsizleştirdiğimiz oranda politik/estetik/etik değerler anlamını kaybeder. Oysa gerçek böyle değildir. Bu değerler vardır ve bizler onlarla ilişki içinde yaşarız.
Hâkim kültürden bahsetmek; onun bütün bireyleri kapsayan, değiştirilemez ve hayatın tüm diğer (politik/etik/estetik) alanlarını tek yönlü belirleyen homojen bir yapı olduğunu söylemek anlamına gelmez.
İnsan varlığının en ayırt edici niteliği, kültür yaratma yeteneğiyle doğasını denetleyebilmesi ve bununla ilişkili olarak barındırdığı çeşitliliktir.
Öte yandan illa ki insanın içgüdülerinden söz edeceksek; onlar da tek yönlü değildir. Çelişik eğilimleri barındırırız. Bir yandan yıkıcı, dışa karşı kıyıcı psikodinamikler taşırız; şiddet, çok dışımızdan verilmiş bir yönelim değildir bize. Kendi varlığımızı ve ihtiyaçlarımızı önceleriz. Fakat bu ihtiyaçların başlıcası da sosyalleşmek; ötekiyle ilişkili olmak, gerekli dayanışmayı kurmak ve güvenli bir yaşam sürmektir. İnsanlık kültürü de bu çelişik ihtiyaçların üzerinde yükselen renkler taşır. İnsan sosyal bir varlık olmasaydı, etik/politik/estetik faaliyetleri ve tercihleri de olmayacaktı. Şunu söylemek istiyorum: İnsanın doğal güdülerini, ürettiği kültürle karşı karşıya koyarak, başı sıkıştığında doğasının kültüre ağır basacağını düşünmek de doğru bir anlama biçimi olmayabilir. Kültür dediğimiz çeşitlilik taşıyan çatışmalı yapının, insan doğasında da var olan çelişkililikte karşılık bulduğunu düşünebiliriz.
Bu fasıldan düşüncem şu: İnsan, varlığına hükmeden içgüdüleri nedeniyle değil; başka türlü davranabilmesinin imkânsız olduğunu düşündüğü zaman seçme hakkını yitirir. Sorumluluk, söz geçmez özümüzde değil, alternatif tercihleri reddeden irademizdedir.
Hükmetme fetişizmi ve şiddet düşkünlüğüyle eleştirdiğim hâkim kültürün ise cinsiyetler üstü olduğu iddiası tamamen boştur. Bu kültür, erkek egemenliğinin ürettiği kültürdür. Modern baskıcı, şiddet merkezli ideolojiler (faşizm/komünizm/ otoriterlik/ milliyetçilik/şovenizm) bu kültürden oluk oluk beslenirler. Elbette kültürle siyasi ideolojiler özdeş değillerdir. Her bir ideoloji kendi ayırt edici karakteri üzerine geniş çalışmaları, tartışmaları hak etmektedir ve zaten çok zengin bir literatür mevcuttur bu konularda.
Fakat tüm bu ideolojilerin arkasında sağlam, köklü bir ataerkil kodlar dünyası vardır.
Türkiye’de kadın sorunları konusunda çok değerli çalışmalar yapan Londra Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalışan Deniz Kandiyoti’ye atıf yapmak istiyorum. “Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar” kitabında yer aldığını hatırladığım bir değerlendirmesi var. Orijinal kaynak elimin altında olmadığı için mealen yazabilirim ancak. Kandiyoti burada; kendisinin önceleri ataerkilliği kadının ezilmesiyle karakterize edilebilen erkek ideolojisi olarak tanımladığını, fakat artık farklı düşündüğünü; ataerkilliğin sadece cinsiyetler arası ilişki üzerine bir kültür olarak anlaşılamayacağını, onun bir toplumsal düzen; hayatın politik/etik/estetik her alanının anlaşılmasında merkezi önemde bir kültürel yapı olarak ele alınması gerektiğini ifade ediyor.
Sonuç: Doğamızın kölesi değiliz. Ezici bir erkek kültürü ve onun, ahlaki, siyasi, ekonomik bütün dışavurumları karşısında mücadele tercihlerine sahip irade sahibi bireyleriz…
Seçip seçmemek bizim elimizde.