SUNUŞ
Arkadaşım, Yıldız Teknik Üniversitesi öğretim üyesi Ayrin Ersöz, geçtiğimiz günlerde bana bir soru sordu: Katledilmesinin üzerinden 11 yıl geçtiği halde Hrant Dink'in hatırasının hâlâ çok canlı, ölümünün yarattığı hüznün hâlâ çok yoğun olmasının sırrı neydi?
Ayrin, Mihran Tomasyan ve onun Hrant Dink'in ölümünü anlattığı Sen Balık Değilsin Ki adlı tek kişilik oyunu üzerine yazdığı İngilizce makalede, bu sorunun da cevabını arıyordu.
Ben de ona, Al Jazeera Turk için Ocak 2016'da kaleme aldığım “İnsan ve kamusal figür olarak Hrant Dink” başlıklı yazımı gönderdim. Çünkü soruya cevabım oradaydı.
15 Eylül, Hrant Dink'in doğum yıldönümü… Bu vesileyle o yazıyı bir kez de Serbestiyet okurlarının dikkatine sunmak istedim.
Hrant Dink bundan tam dokuz yıl önce, 19 Ocak 2007’de, bizzat devletin savcısının iddiasıyla, devlet içindeki çeşitli güçlerin iştirak ettiği kolektif bir cinayete kurban gitti.
Her cinayette bir kişi aramızdan eksilir, geriye kalanlar, gidenin ardından onun adına üzülürler. Bazı cinayetlerde ise kalanlar yalnız gidenin adına değil kendi adlarına da üzülürler. Çünkü bilirler ki, giden, kendisiyle birlikte onların umutlarını da götürmüştür. Hrant Dink, benzersiz insani özellikleri ve bu özelliklerin şekillendirdiği kamusal önemiyle tam böyle bir insandı.
Yurtdışında verdiği bir konferansın ölümünden birkaç yıl sonra ortaya çıkan bir videosunu dinlediğimde,“İtiraf etmek çok acı ama” diye yazmıştım, “bunları dinledikten sonra, onu yok etmeye karar verenlerin nasıl bir ‘isabet’ kaydettiğini takdir etmemek elde mi?”
Beni bu acı itirafa sevk eden videoda Hrant Dink, kendisini “Türk devletinin tezlerini incelikli bir biçimde savunmakla” eleştiren bir topluluğa karşı şöyle hitap ediyordu:
‘Biribirinin doktoru iki toplum’
“Hasta iki toplum var: Türkler ve Ermeniler… Ermeniler büyük bir travma yaşıyor Türklere yönelik, Türklerse Ermenilere yönelik büyük bir paranoya yaşıyor. İkisi de klinik vakalar… Kim tedavi edecek bizi? Fransız Senatosu’nun kararı mı, Amerikan Senatosu’nun kararı mı? Kim reçeteyi verecek? Kim bizim doktorumuz? Ermeniler Türklerin doktoru, Türkler de Ermenilerin doktoru… Bunun dışında doktor, ilaç, hekim mekim yok. (…) Türklere diyorum ki, ya, Ermeniler niye bu kadar ısrar ediyor bu sorunun üzerinde, diye sorun kendinize… Biraz empati yapın, o zaman bu duruşta belki biraz onur görebilirsiniz… Ermenilere diyorum ki, Türklerin ‘Hayır, bu bir soykırım değildir’ demelerinde de bir onur görmeye çalışın. Nedir o onurlu duruş? ‘Bir Türk olarak ben soykırıma karşıyım, ırkçılığa karşıyım, soykırım Allah’ın belası bir şey, nasıl ya, benim atalarım böyle bir şey yapamaz, çünkü ben yapmam.’ Dolayısıyla burada da bir onurlu duruş vardır.”
İstisnai insani ve kamusal özellikler
Hrant Dink, herhangi bir siyasi-toplumsal husumette karşılıklı cepheleri oluşturan tarafların birlikte nefret ettikleri o istisnai insani ve kamusal özelliklere sahip figürlerden biriydi. O insanlardandı ki, varlığıyla mevcut husumeti adeta anlamsızlaştırıyor, bu da gelecekleri husumetin devamında olanları çılgına çeviriyordu.
“Bunun gibi 10 kişi daha olsa işimiz bitik” diye düşünen husumet erbabının böyle birinin “işini bitirmeyi” kafalarına koymalarından daha doğal ne olabilir? Hrant Dink’in “yok edilmesindeki isabet” derken bunları kast ediyorum.
Varlığıyla mevcut herhangi bir husumeti anlamsızlaştırmak, sadece düşünce ve söz gücüyle başarılabilecek bir şey değil. Bu, bambaşka bir şey, tanımlama girişimlerini sekteye uğratacak (neredeyse metafizik çağrışımlar uyandıran) bazı özellikler, bir “sihir” gerektirir. Hrant Dink’te bunlar vardı ve husumetin ondan birlikte nefret eden tarafları bunun farkındaydı.
Dink’in en yakın arkadaşı Etyen Mahçupyan, onun bu yanını şöyle anlatıyor:
“Hrant öylesine sahici bir insandı, fikirlerini öylesine samimiyetle anlatır, duygularını öylesine içinden geldiği gibi paylaşırdı ki, dinleyenlerde söylediklerinin ‘doğru’ olduğuna dair yoğun bir sezgisel kabul yaratırdı…”
Önyargı kırıcısı
Hedef seçilmesinde daha doğrudan siyasi “yarar” beklentileri de etkili oldu elbette. Fakat ben onun uzun vadede yaratacağı “önyargı kırıcı” etkisinin daha fazla ilerlemeden durdurulmasındaki “yarar”ın, daha doğrudan siyasi “yarar”ların bile önüne geçtiğini düşünüyorum.
Ölümünün üzerinden dokuz yıl geçti ve ilk kez bu yıl şahit olduğumuz bazı gelişmeler, onun devlet içinden örgütlenmiş kolektif bir cinayete kurban gittiğine dair kuşkuların yargı tarafından da ciddiye alındığını ortaya koymuş bulunuyor.
Umarız bu cinayet, onda parmağı olan herkesin hak ettiği cezayı aldığı bir cinayet olarak geçer tarihe. Şayet böyle olursa, yalnız bir insana karşı değil, o insanın istisnai özellikleri nedeniyle topluma karşı yapılmış büyük bir haksızlık da bir nebze olsun karşılığını bulmuş olacaktır.
Bu son bölümde, dokuz yıl önce kaybettiğimiz insanla birlikte bizim de neler kaybettiğimizi anlamamıza yardımcı olsun diye onu yakından tanıyanların tanıklığına başvuracağım. Gelin okuyalım ve öldürülmeseydi yaratacağı etkinin ne surette olacağını birlikte tahmin etmeye çalışalım:
Ayhan Aktar: Konferans sırasında (2006’da Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen meşhur Ermeni Konferansı – A. G.) ABD’de “asılsız Ermeni iddialarını yalanlamak için” kurulmuş olan Turkish Forum’un yöneticilerinden Fatma Sarıkaya, Amerika’dan “milli görev duygusuyla” gelip salondaki yerini almış ve açılış oturumundan itibaren toplantıyı sabote etmek amacıyla elinden gelen her türlü densizliği yapmıştı. Aynı gün Hrant’ın da, “Dünyada ve Türkiye’de Ermeni Kimliğinin Yeni Cümleleri” başlıklı bir konuşma yapması bekleniyordu. Oysa o tamamen içten gelen bir üslûp ve olanca samimiyetiyle “Su Çatlağını Buldu” hikâyesini anlattı. O nefis konuşmasından sonra Fatma Hanım’ın Hrant’la sarmaş dolaş birlikte ağladıklarını bugün gibi hatırlıyorum. Toplantıdan sonra “Yahu Hrant, ne yaptın o kadına öyle” diye sorduğumda, “Vallahi ben bir şey yapmadım, o kendisi geldi, boynuma sarıldı,” demişti. Aradaki buzdağlarının erimesi için Hrant’ın olanca samimiyetiyle o dayanılmaz hümanizmini ortaya koyması yetmişti.
Nilüfer Göle: Hrant, Türklerin yüreğini de Diaspora’nın yüreğini de yumuşatabileceğine, sözünü duyurabileceğine içtenlikle inanıyordu. Herkesin yüreğini kendisininki gibi sanıyordu.
Taner Akçam: Bundan on yıl öncesine kadar Türkiye’yi ziyaret etmeyi çok isteyip de başına iş gelmesinden korkanların haddi hesabı yoktu. “Pasaportumda Ermeni ismi var, Türkiye’ye gitsem beni tutuklarlar mı” diye soranların da… Bunların içinde Diaspora içinde adı çok bilinen ve Türk-Ermeni ilişkilerine katkıda bulunabilecek çapta olanlar da vardı. Hrant, “Sen onları bana yolla,” derdi. Ben de bağlantıları kurar, Hrant’ın adını ve Agos’un adresini verirdim. Hrant onları karşılar, ya alır Agos’taki odasında karşısına oturtup anlatırdı ya da Boncuk’a götürür ve orada konuşurdu. Ve bu insanların her biri ABD’ye döndükten sonra gerçekten de Türkiye ve Türkler konusunda korkularını üzerlerinden atmış, tutumlarını değiştirmiş olurlardı. Hrant bir nevi “önyargı kırma makinesi” olarak işlev görüyordu.
Etyen Mahçupyan: Hrant öylesine sahici bir insandı, fikirlerini öylesine samimiyetle anlatır, duygularını öylesine içinden geldiği gibi paylaşırdı ki, dinleyenlerde söylediklerinin “doğru’ olduğuna dair yoğun bir sezgisel kabul yaratırdı. Bu kadar sahici ve sahici olduğu kadar akıllı, duyarlı ve sevgi dolu birinin kanaatinin sizinkinden daha değerli ve hakikate daha yakın olduğunu hissederdiniz. O noktadan sonra Hrant’ın söyledikleri veya savundukları da arka planda kalırdı. Çünkü şimdi karşınızda hamuru özel bir insan bütün heybetiyle durmaktaydı. Dolayısıyla, belki de asıl mesele bir anda böylesine ikonlaşma potansiyeline sahip bir insanın kendisini bir azınlık kimliğiyle sunması ve bunu iftiharla taşımasıydı. Eğer Hrant kalitesiz bir kişilik olsaydı, onu öldürmek için bir dürtü de belki duyulmayacaktı. Ama o varlığıyla, duruşuyla ve sahiciliğiyle hepimizi az veya çok ezdi. (…) Keşke Türkiye Hrant’la aynı sahicilikte ama karşıt görüşlerde insanları kamusal alana çıkarabilse ve topluma bu tartışmadan geriye bir tek duygusal kaynaşmanın kendisi kalabilseydi. Olmadı ve Hrant yalnız kaldı. Yalnız kaldıkça da büyüdü. Ve büyüdükçe hazmedilemez hale geldi. Bu olayda katledilen bir insan değildi sadece, sahiciliğin kendisiydi.
Not: Bu yazıdaki tanıklıkların tümü Tûba Çandar’ın Hrant adlı kitabından (Everest Yayınları, 2010) alınmıştır.