Ana SayfaYazarlarNuh ve Tufan vesilesiyle, tarihsel düşünmek (1)

Nuh ve Tufan vesilesiyle, tarihsel düşünmek (1)

 

[19 Ocak 2018] Biraz eskidi ama gene de yazacağım, zira değişik bir perspektif sunabilmeyi umuyorum. Tam iki hafta oluyor; TRT’nin 5 Ocak’taki “Pelin Çift’le Gündem Ötesi” programında, daha önce hiç duymadığımız, ancak bu vesileyle İstanbul Üniversitesi öğretim üyesi (yardımcı doçent) olduğunu öğrendiğimiz Dr Yavuz Örnek biraz garip tezler ortaya attı. Bilindiği gibi Tufan ve Nuh’un gemisi kutsal kitaplarda  yer alır. İlk defa, tektanrıcı dinlerin en eskisi olan Yahudiliğin Tevrat’ının Tekvîn [Genesis, Yaradılış] bölümünde anlatılır. Yahudilik sonrası Hıristiyanlık metinlerinde (Markos, Luka, Yahya ve Matta’da) ayrıca zikredilmez; ancak İncil “Ahd-i Cedid”in yanı sıra Tevrat’ı da “Ahd-i Atik” adıyla içerdiğinden, bütün Yahudi-Hıristiyan geleneğinin bir parçası haline gelir. Sonra Kuran’ın da çeşitli yerlerinde, Rabbin uyarılarına uymamanın sonuçları bağlamında, yani önemli bir kıssa olarak, anahatlarıyla tekrarlanır (7:59-64, 10:71-73, 11:25-49). Özel olarak Nuh’un oğlunun babasını dinlememesi ve gemiye binmek yerine yüksek bir dağa çıkması, ancak kurtulamayıp boğulması, 11:42-43’te aktarılır.

 

5 Ocak panelinde Yavuz Örnek, işte en az birkaç bin yıllık bu büyük öyküye bazı eklemelerde bulundu (nötr ve nazik konuşmaya çalışıyorum). Toparlayabildiğim kadarıyla, şunları söyledi (söylemiş): (1) Tufan bölgesel değildi; tüm dünyada gerçekleşti. (2) Nuh’un gemisi ahşap değildi; çelik (saç) levhalarla kaplıydı. (3) Gemide nükleer enerji kullanılıyordu. (4) Gemiye canlı hayvan alınmadı; her cins ve tür için “döllenmiş bir dişi bir erkek yumurta” alındı. (5) Bu siparişler o dönemde Amerika ve Fransa’dan karşılandı. (6)  Nuh, gemiye binmeyen oğluyla cep telefonuyla konuştu. (7) Oğlunun yerini tesbit etmek için bir insansız hava aracı (İHA) gönderdi. (8) Sular çekilmeye başladığında da, en yakın kara parçasının ne tarafta olduğunu bulmak için gemiden güvercin değil, gene bir İHA havalandırıldı.

 

Panelde uyanan şaşkınlığı, Prof. Ömer Faruk Harman’ın ve Pelin Çift’in itirazlarını, buna karşı Yavuz Örnek’in (i) “ben bilim adamıyım, bilim adına konuşuyorum” iddiacılığını; (ii) “Batı medeniyeti de ne ki, biz medeniyette çok daha ileriyiz [ileriydik?]” gibi sözlerle, kendi anlayışınca “millî ve yerli”liğe çağrılarını; ya da (iii) “efendim, ileri teknoloji varken niye güvercin yollasınlar” gibi aprioristik, arabayı atın önüne koşan açıklamalarını koyuyorum bir kenara. Asıl argüman, yukarıdaki sekiz maddede düğümleniyor. Fakat öyle veya böyle, kıyamet koptu tabii. Harman gibi uzman ilâhiyatçılar, Kuran’da nerede bunlar diye sordu; cevap veremedi. Bütün bunların gerçekten olduğuna (cereyan ettiğine) dair bilimsel kanıtlarınız nerede diye soruldu; cevap veremedi. Hakkında ağır yazılar yazıldı. Seküler kesimden, dinî dogmatizmi suçlayan bazı fırsatçı sesler yükseldi (sanki genel olarak İslâm ve Müslümanlar bu görüşlere yatkınmış gibi). Zaten Nuh Tufanı bütünüyle bir efsane; cep telefonunu da katsan ne farkeder; hepsi aynı derecede bilim dışı değil mi, diyenler çıktı (ki çok yanlış; aşağıda değineceğim). Dr Örnek’in nasıl olup da akademik kariyere intisap edebildiği sorgulandı, şoför kavgalarının “kabahat sana ehliyet verende” bağrışması misali. Eh, çok haksız da değildi. Ama sonunda, deli saçması sayıldı ve korkarım daha şimdiden unutulup gitti.

 

Biraz yazık oldu, çünkü ben bu suretle eşsiz bir öğrenme ve öğretme fırsatının kaçtığı kanısındayım. İlk ve orta öğretimdeki ezbercilikten şikâyet edip duruyoruz. Özellikle Tarih dersleri için fazlasıyla geçerli. Tek tek olayları, isimleri, tarihleri (güya) öğretiyoruz, ama tarihsel düşünmek nedir, asıl onu öğretemiyoruz bir türlü. Çocuklarınız, gençlerimiz, tarihsel gerçekçilikten; herhangi bir anda, verili koşullar temelinde neyin mümkün olup olmadığı nosyonundan yoksun. Şimdi aklıma gelen basit bir örnek: “Fatih Sultan Mehmet öldüğünde Hıristiyan âlemindeki bütün kiliselerde üç gün üç gece çan çalındı” (Yılmaz Öztuna). Kim görmüş, saptamış, kaydetmiş? Toplam kaç kilise varmış Hıristiyan âleminde? İskandinavya ve İzlanda’dakileri de saymışlar mı? Fatih’in ölüm haberi aynı anda mı ulaşmış hepsine? Ya da ne kadar sürmüş, İstanbul’dan Roma’ya varması ve oradan Avrupa’ya dağılması? Bunları sorduğunuzda allak bullak oluyor öğrenciler. Yani hocam diyorlar, bu tamamen palavra mı? Hayır, o da değil. Doğrusu, Papalığın  bu doğrultuda bir yazı çıkardığı, yani “bütün” kiliselerde üç gün üç gece çan çalınmasını emrettiği. Bu kadarını söyleyebiliriz — ama ancak bu kadarını söyleyebiliriz. Bu emrin nerede, ne ölçüde gerçekleştiği konusunda ise pek bir şey söyleyemeyiz. O dönemin koşulları, mesafeleri, iletişim teknolojisi daha fazlasını söylememize imkân vermez. Dolayısıyla “üç gün üç gece çan çalındı” demek ile “üç gün üç gece çan çalınması emredildi” demek arasında, tarihsel düşünmek açısından ciddî bir fark yatıyor. Hiç de adam sende, ne farkeder deyip küçümsenmemesi gereken bir fark yatıyor.

 

Gelelim, Yavuz Örnek’in sunduğu eğitim fırsatına. Kendisine bilimsel kanıtlarınız nerede diye sormak yeterli mi? Tabii sorulmalı ama yeterli değil. Daha iyisi ve önemlisi, neden mümkün olmadığını gösterebilmek. Bunu da hoca otoritesiyle söyleyip geçmek değil; düşündürmeye çalışarak yapmak. Bilvesile, biraz da karşılaştırmalı dinler tarihi anlatmak, öğretmek. Dolayısıyla ben hâlâ dokuz yıl boyunca yaptığım gibi bir lisede ders veriyor  olsam, doğrusu bunu dahi, yani Yavuz Örnek’i dahi ilk ağızda prensip olarak ciddiye alır (zırva deyip geçmez); öğrencilerime bir egzersiz olarak verir ve şunları sorar, çalışıp araştırmalarını, komple cümlelerle cevap hazırlamalarını ve gelecek derse öyle gelmelerini isterdim:

(1) Kutsal kitaplardaki şekliyle Tufan öyküsünün, Yavuz Örnek’in yeni katkılarından temel farkı nedir? (Doğru cevap: Kutsal kitaplarda hiçbir teknolojik anakronizm yok; ahşap gemi ve haberci güvercin, dönemin koşulları içinde fizikman mümkün olanın sınırları içinde kalıyor. Çünkü vahiy de dönemin ve insan idrakinin koşullarıyla sınırlı. Onun için kutsal kitaplarda uzaylılara da, cep telefonlarına da, İHA’lara da rastlamıyoruz. Hattâ Ortadoğu [Güneybatı Asya] dışındaki dillere ve kavimlere, örneğin Eski Dünya’da henüz varlığı bilinmeyen Yeni Dünya kavimleri ve dillerine dahi rastlamıyoruz.)

 

(2) Başka kültürlerde de benzer tufan öyküleri veya efsaneleri var mı? (Doğru cevap: Evet, pek çok kavmin yaradılış efsanelerinde (creation myths), ilâh/lar tarafından insanlığa ceza olarak gönderilen muazzam taşkınların insanlığı temizlemesi, arındırması ve taze bir başlangıcın, bir tür yeniden doğuşun zeminini oluşturması fikri yer almakta. Ortadoğu ve hattâ Avrupa dışında (ki bu ayırımı yapmamın özel bir nedeni var), özellikle (i) Hindu mitolojisinde tufan öncesinin Dravida kralı Shraddhadeva Manu’nun öyküsü çok çarpıcı bir benzerlik veya paralellik içermekte. Zira bu destan veya efsanede, Tanrı Vişnu’nun uyardığı Manu, büyük bir tekne yapıp ailesiyle birlikte Saptarishi olarak bilinen Yedi Bilge’yi, dokuz çeşit tohumu ve çeşitli hayvan türlerini güvenliğe taşıyarak insanlığı kurtarıyor. Öte yandan (ii) Çin mitolojisinde, Gun-yu taşkınının öyküsünde; (iii) Orta Amerika’da, Maya ve Kiche kavimlerinin efsanelerinde; (iv) Kuzey Amerika’da, Superior Gölü civarında yaşayan Ojibwe kavminin yedi ana boyundan en az birinin efsanelerinde; (v) Güney Amerika’da, İspanyollar gelmeden önce And dağlarının bugünkü Kolombiya kesimindeki yüksek platolarında yaşayan Muisca kavminin efsanelerinde; (vi) gene Kolomb öncesi Güney Amerika’da, bugünkü Ekvador devletinin bazı bölgelerinde yaşamış olan Canari kavmi ve kabile konfederasyonunun efsanelerinde; (vii) nihayet Avustralya Aborijinlerinin efsanelerinde de, bu tür motifler karşımıza çıkıyor.)

 

(3) Bütün bu öykülerde ne gibi yapısal benzerlikler veya ne tür tarihsel olaylara efsaneleşmiş göndermeler sezilebilir? (Doğru cevap: Birçoğu, büyük bir su parçasının kenarında yaşamak veya varoluşlarının bir döneminde öyle bir coğrafyada bulunmuş olmakla ilgili. Örneğin Malaya Dağlarından aşağı akan efsanevî bir nehre bağlanan Manu efsanesinin ardında, muhtemelen Hindistan’ın büyük nehirlerinin, İndus ve Ganj’ın taşkınları; Gun-Yu efsanesinin ardında çok daha spesifik olarak Yangtze nehrinin İÖ 1920’ye tarihlenebilen büyük taşkını; Ojibwe inanışlarının ardında Superior Gölünün büyük yükselişleri; Avustralya Aborijin inanışlarının ardında Pasifik tsunami’leri yatıyor.)

 

(4) Doğrudan doğruya Ortadoğu’da, Nuh ve Tufan öyküsünün öncesinde benzer inanışlar var mı? (Doğru cevap: Mezopotamya’nın Ziusudra, Atrabasis ve Gılgameş destan veya efsanelerinde bu motif çok kuvvetle mevcut. Hattâ öyle ki, Sümer Kral Listeleri tufan öncesi ve tufan sonrası diye ikiye ayrılıyor. Ziusudra efsanesi İÖ 3. binyıla tarihleniyor. Tanrıların insanlığı yoketme planlarına kulak misafiri olan Ziusudra, aynen Manu efsanesinde veya daha sonra Tevrat’ta olduğu gibi, büyük bir tekne yapıp kurtuluyor. Atrabasis efsanesinde ise tufana bir nehir [Dicle? Fırat?] taşkını yol açıyor. Gılgameş destanını ise İÖ 2. binyılda Babil mitolojisine geçmiş şekliyle biliyoruz. Ünlü Asurolog George Smith’in 19. yüzyılda transkripsiyonunu yaptığı ve deşifre ettiği XI. Tablete göre, ölümsüz Utnapiştim, tanrı Ea’nın talimatıyla nasıl büyük bir tekne yapıp, Utnapiştim’in kendisini, ailesini, dostlarını ve bütün hayvanları tufandan kurtardığının öyküsünü, kahramanlar kahramanı [Herkül/Herakles benzeri? Oğuz Kağan benzeri?] Gılgameş’e anlatıyor. Utnapiştim’in teknesi her dılı yaklaşık 50 metre olan bir küp şeklinde; yedi katlı ve her katında dokuz bölme var; tanı Ea, Utnapiştim’e, her canlıdan bir çiftini gemisine almasını emrediyor.)

 

(5) O sırada, yani İÖ 3. ve 2. binyıllarda, Ortadoğu’da İbranilerin veya İsrailoğullarının (Beni İsrail’in) varlığından söz edilebilir mi? (Doğru cevap: Hayır. En azından tarih sahnesinde gözükmüyorlar. İsrail sözcüğüne ilk defa Birinci Demir Çağının hemen başlarında, İÖ 1209 yılında, Mısır Firavunu Merneptah’ın bir yazıtında rastlanıyor. Kenan yöresinin yerli kavim ve kabilelerinin karışımıyla oluştukları düşünülüyor.)

 

(6) Öyleyse Ortadoğu’ya özgü tufan öykülerinin doğru tarihsel sırası nasıl gidiyor? (Doğru cevap: Çok açık; önce Sümer efsaneleri, sonra Babil efsaneleri, sonra Tevrat şeklinde gidiyor.)

 

(7) Günümüzde tarihçi ve arkeologlar Tevrat’ın tarihselliğine nasıl bakıyor? (Doğru cevap: Bir yönüyle, hemen hiçbir spesifik anlatısına “doğru tarih” diye güvenilemez. Olaylar tutmuyor, tarihler tutmuyor, devlet ve hanedanlar tutmuyor. Hemen her şey bulanık ve karışık; aşırı basit ve konsantre; bitkaç yüz veya hattâ bin yıl, bazen tek bir âna indirgeniyor. Madalyonun diğer yüzünde, Tevrat büyük ölçüde bir antoloji. İçinde destanlar, efsaneler, şiirler, halk hikâyeleri, menakıbnâmeler, ne ararsanız var. Bu haliyle, herhalde İÖ 10,000 dolaylarından itibaren Ortadoğu’da meydana gelen bazı büyük doğal ve toplumsal olayların kollektif hafızadaki çok dolaylı, eğilip bükülmüş, sıkıştırılmış, şematize edilmiş izlerini de içeriyor.)

 

(8) Bu çerçevede, Mezopotanya ve Babil mitolojileri ile Tevrat’taki tufan öyküsünün herhangi bir gerçek, maddî, tarihsel arkaplanından söz edilebilir mi? (Doğru cevap: Bir kere daha anlatılan olayın özü, belirli bir bölgedeki suların anî ve hızlı bir yükselişi, oradaki insanların yaşadığı geniş alanların sular altında kalması. Bu konuda iki tahmin söz konusu. (a) Biri, Fırat ve/ya Dicle nehirlerinin çok büyük bir taşkını. (b) Diğeri ve daha ilginci, son Buzul Çağının bazı yerlerde 16-15,000 yıl, birçok yerde ise en geç 11,700 yıl önce sona ermesiyle birlikte, bir zamanlar kuzey yarıkürenin çok geniş alanlarını kapsayan kalın buz tabakası incelerek şimdiki Kuzey Kutup Dairesi’ne çekilirken, eriyen buzların bütün deniz ve okyanusların seviyesinde 72.5 metrelik bir yükselişe yol açması. O zamana kadar Akdeniz ile Karadeniz bağlantılı değil; Bosporus (İstanbul Boğazı) kapalı; Karadeniz ise ayrı ve deniz seviyesinden düşük bir tatlısu gölü niteliğinde. Fakat Akdeniz üzerinden gelen muazzam bir taşkın iki denizi birleştiriyor, Karadeniz’in su hacmini en az yüzde 50 oranında arttırıyor ve bütün çevresini basmasına yol açıyor. 1997’de Columbia Üniversitesi’nden Bill Ryan ve Walter Pitman adında iki oşinograf (okyanusbilimci) tarafından ortaya atılan bu çözümleme, (a) ünlü sualtı arkeologu Robert Ballard’ın taşkından önceki kıyı şeridi boyunca keşfettiği, sonradan sulara gömülmüş eski yerleşimler; ve (b) 2010’da İngiltere’den Leeds Üniversitesi araştırmacılarının Boğazın derinliklerinde keşfettiği “sualtı nehri”nin içerdiği sedimentasyondaki, akış yönündeki ve girdaplarındaki olağandışılığın, ancak böyle bir taşkının açtığı kanallar ve yarattığı katmanlarla açıklanabilir olması… tarafından da doğrulanıyor.)

 

(9) İnsanlar üzerinde ne gibi bir etki yapıyor? (Doğru cevap: Karadeniz çevresinde oturanlar kaçıp Ortadoğu boyunca dağılıyor. Yaşadıkları katastrofun öyküsü adım adım büyüyor, ballandırılıyor, efsaneleşiyor, mitolojik anlatımlara giriyor.)

 

(10) Bu felâketin tam tarihi ne zaman? (Doğru cevap: Ryan ve Pitman İÖ 5600 dolayları diyor; başka bazı araştırmacılar, Karadeniz’in tatlısu – tuzlusu mikroflorasındaki değişimlere bakarak, İÖ 7500 kadar gerilere götürebiliyor. Özetle, İÖ 7500-5500 arası.)

 

(11) Bölgesel bir olay mı, bütün dünyada mı? (Doğru cevap: Yavuz Örnek’in iddiasının aksine, bütün dünyada aynı anda tek ve muazzam bir taşkının meydana geldiğine dair hiçbir belirti yok. Bu varsayım günümüzde tamamen reddedilmiş bulunuyor. Buzların erimesiyle birlikte deniz seviyesindeki genel yükseliş birdenbire olmuyor. Açık ve uçsuz bucaksız okyanus sahillerinde, çok geniş alanlara yayıldığından azar azar hissediliyor. Ancak sular (Ege-Marmara-Karadeniz bağlantısında olduğu gibi) çok dar bir alana sıkışıp devâsâ bir duvar veya dalgaya dönüştüğünde, zihinlerde tufan diye yer eden boyutlara ulaşıyor.)

 

(12) Tufan dahil, binyılların sözel geleneklerini, kollektif hafızasını harmanlayan ve bulamaçlayan Tevrat’ın yazıya geçirilmesi ne zaman? (Doğru cevap: Bu, kalıcı bir rahipler sınıfı veya zümresinin oluşumuna bağlı. Bazı bölümler daha önce kaleme alınmış olsa da, esas olarak İÖ 8.-6. yüzyıllar arası söz konusu. Nihai kompilasyonun, çok farklı zamanlarda yazılmış bütün bölümlerin bir araya getirilmesinin İÖ. 6.-5. yüzyıllarda gerçekleştiği düşünülüyor.)

 

(13) Özel olarak Tufan ve Nuh’un gemisi bölümlerinin ne zaman yazıldığı bilinebiliyor mu? (Doğru cevap: Tevrat ve İncil uzmanlarına göre, bu bölümler iki ayrı elden çıkma. Birine “J” ve diğerine “P” diyorlar. “J” Kral Solomon/Süleyman zamanında, yani İÖ 10. yüzyıl sonlarında (= İÖ 900’e yaklaşırken), o sırada yeni inşa edilen tapınakta çalışan bir görevli. Tekvin 6:5-8; 7:1-5, 7:7-10, 7:12, 7:16b, 7:22-23; 8:2b-3a, 8:6-12, 8:13b, 8:20-22; 9:18-27; 10:8-19, 10:21, 10:24-30  pasajları “J”ye izafe ediliyor. “P” ise Yahudilerin Babil sürgününden dönmesinden sonra, İÖ 6.-5. yüzyıllar arasında bir noktada, “J”nin yazdıklarının üzerinden gidiyor, revize ediyor ve genişletiyor. Tekvin 6:9-22; 7:6, 7:11, 7:13-16a, 7:17-21, 7:24; 8:1-2a, 8:3b-5, 8:13a, 8:14-19; 9:1-17, 9:28-29; 10:1-7, 10:20, 10:22-23, 10:31-32’ye son şekillerinin “P” tarafından verildiği kabul ediliyor.)

 

                                                           *          *          *

 

Tarihsel arkaplan kabaca bu şekilde. Görüldüğü gibi Nuh Tufanı, evet, efsanevî bir öykü ama, öyle cep telefonlarıyla, İHA’larla vb aynı düzeyde de değil. En azından bir doğa olayı olarak, (gemiyi ve hayvanları vb bir yana bırakırsak) ardında belirli bir tarihsel gerçek payı söz konusu. Yavuz Örnek’in özgün katkıları ise bambaşka bir düzlemde. Bu yazının devamında onları ele alacağım

- Advertisment -