Ana SayfaYazarlarOlabilirliğin sınırları

Olabilirliğin sınırları

 

[10 Mart 2018] İnternetten bulup, 3 Mart’taki o basın toplantısını ve Celâl Şengör’ün açıklamalarını tekrar dinleyin lütfen. Daha doğrusu, hem dinleyin hem seyredin, çünkü iddialarının içeriği kadar yüz ifadesi ve beden dili de önemli. Kendinden son derece hoşnut bir havada, II. Mehmet’ten yola çıkarak aynen şöyle diyor:

  

“Bu coğrafi kitaplara olan merakı müthiş. Coğrafya hastası. Bir sürü şeyi topluyor. Yani ben onu diyorum, Piri Reisin hayatındaki en büyük talihsizliği Kanuni Sultan Süleyman gibi bir salağın zamanında doğmuş olması. Eğer Fatih zamanında Piri Reis olaydı, inanır mısınız bugün bizim sömürge imparatorluğumuz vardı. Çok samimi söylüyorum, yani bugün biz Amerika’ya falan gitmiştik.”

 

İki gün önceki yazımın sonunda da söylediğim gibi (8 Mart: “Üstün medeniyet” kavgalarında, geçmişin ve bugünün sahte bilimi), basın [Fatih Altaylı’nın zekâlarıyla övüneyim derken düşünsel ve ahlâkî sorumsuzluklarını ifşa eden yazısına göre, tam da planladıkları gibi] derhal Kanunî’ye salak denmesinin üzerine atladı; oysa asıl mesele o değil. Kanunî’ye salak denmesi veya denmemesi, ya da gerçekten salak olması veya olmaması, bugün yaşayan bizlerin bilincimizde büyük bir değişikliğe yol açamaz. Bir teori değil; rastgele bir lâf çarpmadan ibaret. Alt tarafı gülüp geçersin. Bilim anlayışımızda, mantıklı düşünüp düşünemediğimizde, geçmişi nostaljik bir hayal âlemine dönüştürüp dönüştürmeyeceğimizde kalıcı bir tahribat doğuramaz.

 

Oysa Şengör’ün sözlerinin ikinci kısmı çok farklı. Kanunî, demeye getiriyor, Piri Reis’in haritasında yeni bir kıtanın gözüküyor olmasının anlamı ve kıymetini bilemedi. Bilseydi, buraya uzanma ve ele geçirmenin yollarını arardı. Halbuki Fatih (Şengör’ün imâlarını açarak söylüyorum) bunu idrak edecek ve gerçekleştirecek çapta bir beyindi. Yüz yıl sonra yaşasaydı, o haritayı görseydi ve Amerika’nın varlığını öğrenseydi, mutlaka oraya da ulaşır, el atar ve Osmanlı devleti denizaşırı bir sömürge imparatorluğu haline gelirdi.

 

Medyayı kaplayan genel tembellik ve kayıtsızlık içinde gazeteciler farketmese de, âşikâr ki bu, Kanunî’ye salak demekten bambaşka bir kategoride. Çünkü burada, Osmanlıların 16. yüzyılda ne yapıp yapamıyacaklarına ilişkin daha kapsamlı bir iddia, bir faraziye, enikonu bir teori ortaya atılmakta. Mesele Fatih de değil; adı ister Mehmet, ister Selim, ister Osman olsun, deniyor ki biraz daha akıllı ve vizyoner bir önderlik sayesinde “biz” Akdeniz’den Atlas Okyanusu’na taşabilir, Eski Dünya kıtalarının kavşağından Yeni Dünya’ya sıçrayabilirdik. Bu, objektif bir olasılıktı; buna muktedirdik; gücümüz buna yeterdi. Fakat ah, sadece sübjektif koşulların yetersizliği nedeniyle kaçırdık fırsatı! Zaten tarihte hep hakkı yenmiş bir milletiz. Kimine bakılırsa, Amerika’yı ilk “biz” keşfettik; Celâl Şengör’e bakılırsa, belki keşfetmedik ama en azından fethedebilirdik. Yani hayıflanacaklarımıza şimdi bir de bu eklendi.

 

Bir problem, geçmişe dönük mağduriyet hislerinin habire köpürtülmesinin, 21. yüzyılın şafağındaki bir toplumun özgüveni bakımından iyi mi, kötü mü olduğu. Geçelim. İkinci bir problem, Yavuz Örnek vesilesiyle de (19, 20 ve 25 Ocak’ta) yazdığım gibi, tarihsel düşünmek sorunu. İlk, orta ve lisede güya tarih öğretiyoruz (ezberleterek), ama tarihsel düşünmeyi öğretemiyoruz bir türlü. Çünkü faktografik bir yaklaşımımız var, ama (onu destekleyen ve tamamlayan) analitik bir yaklaşımımız yok. Faraza birinci ve ikinci Viyana seferlerinden (kuşatmalarından) söz ediyoruz; çocuklara 1529 ve 1683 diye belletiyoruz; ama neden başarısız olduğunu (ya da Osmanlının Orta Avrupa’yı neden kaybettiğinin değil, asıl Orta Avrupa’da nasıl olup da yaklaşık 150 yıl kalabildiğinin açıklanması gerektiğini), teknoloji, coğrafya mekân, mesafe ve zaman faktörleri temelinde kavratamıyoruz. Ya da Preveze’den sonra Akdeniz bir “Türk gölü” oldu deyip duruyoruz, hiç de öyle olmadığı halde, bütün çıplak gerçekler hilâfına. Hiçbir tarih öğretmeni de doğru dürüst bir tarih atlasından, doğru dürüst bir 16. yüzyıl ve Akdeniz haritasını açıp, “bak çocuğum, orada Venedik var, şurada Cenova, arada Papalık Devleti; keza Pisa, Floransa, Livorno, Amalfi, Milano, Napoli ve Sicilya; aşağıda Malta ve St Jean Şövalyeleri, ötede İspanya; bu koşullarda nasıl ‘Türk gölü’ olabilir” demiyor, diyemiyor. Kısmen kendisine de öyle öğretildiğinden diyemiyor, kısmen resmî ideoloji dışına çıkamadığından, kısmen dil ve dolayısıyla malzeme bilmediğinden, kısmen de bilse bile kendi kafasıyla düşünmeye alışamadığından. Öyle bir Akdeniz haritası görse dahi kafasındaki dogma ile karşılaştırıp birini elimine edemiyor, rasyonel tutarlılığa gidemiyor sonuçta.

 

(Yeri gelmişken, şunu da ekleyeyim; birçok lise, tarih ve sosyal bilimler sempozyumları düzenlemeye başladı son zamanlarda. Kuşkusuz kendi içinde çok iyi bir gelişme. Tamamen taraftarım. Uzun vâdede, genç insanlara mutlaka kendi kafalarıyla düşünme ve konuşma alışkanlıkları kazandıracaktır. Fakat ilk aşamada, hasbelkader dâvet edildiğim bazılarının taslak programları üzerinden bakıyorum, “araştırma” ve “bildiri” diye  hocaları (veya müfredat) ne diyorsa aynen tekrarlamak eğilimindeler. Bir tane de kontra giden; konuyu küçülteyim ve tek bir probleme indirgeyip onu sorgulayayım diyen çıkmıyor aralarından. Faraza neden “Akdeniz’de Türk korsanları” kadar yavan ve basmakalıp bir başlığı, siz deyin 3647’nci, ben diyeyim 5792’nci defa çiğnemeye kalkarlar da, tek bir kadırga neydi; eni, boyu, derinliği ne kadardı; kaç oturaktı; mürettebatı kaç kişiydi; hızı ve menzili ne kadardı; tek başına, küçük filotillalar halinde ve büyük filolar halinde, ne gibi taktiklerle savaşırdı… bunları basit basit araştırma, öğrenme ve sunmaya kalkmıyorlar; doğrusu bilemiyorum. Öğrencilerden geçtim; gene kaç tarih öğretmeni, kariyerinde  bu noktaya kadar dudaklarından yüzlerce “Preveze” ve “kadırga” sözcükleri dökülmüşken, tahtaya (önden, üsten, yandan) basit bir kadırga çizebilir ve üzerinde de bir kalyon silueti oturtup ikisini bu yolla karşılaştırabilir acaba?)   

 

Öyle veya böyle; temelde böyle bir hastalığımız, sakatlığımız var, hangi nedenle olursa olsun. Bu da (Fatih Altaylı’nın çanak tutmasıyla) Celâl Şengör gibi teoriler uydurmanın vahameti ve sorumluluğunu büsbütün arttırıyor. Meseleyi bir Yavuz Örnek veya bir Ebubekir Sofuoğlu veya bir Celâl Şengör meselesi olmaktan da çıkarıyor. Bütün ülkenin ve toplumun bu yolla cahilleştirilmemesi ve düşünemezleştirilmemesi için ciddî, kapsamlı, sabırlı ve ağırbaşlı bir mücadele vermeyi gerektiriyor. Bilmiyorum, Celâl Şengör konuştuktan sonra kaç lise tarih öğretmeni veya Osmanlı tarihi dersleri veren kaç üniversite öğretim üyesi, sınıflarına girip bir tartışma açmıştır öğrencileriyle, bu mümkün müdür, realist midir, gerçekten olabilir miydi noktasında. Gene de çok geç değil sanırım. Aşağıda, böyle bir tartışmanın nasıl açılabileceğine ilişkin bazı örnek sorular soruyorum. Bu sefer sadece sorularla yetiniyorum, düşünmek isteyen biraz kendisi düşünsün ve üşenmeyip biraz kendisi çalışsın diye. Belki Celâl Şengör de yükseklerden uçmayı bırakıp, girmek isteyebilir böyle daha mütevazi bir çalışmaya. Doğru (veya görece doğru) cevapların neler olabileceğini gelecek sefere bırakıyorum.

 

                                                             *          *          *

 

(1) Bir yanda (mutlak) determinizm ve diğer yanda (mutlak) volontarizm kavramlarını araştırın, açıklayın.

 

(2) İnsan zekâsı ve bilinci kadir-i mutlak mıdır? En yetenekli kişiler, velev büyük dehalar her şeyi düşünebilir, öngörebilir, kavramlaştırabilir ve gerçekleştirebilir mi? Objektif koşullardan bağımsız bir sübjektif irade mevcut mudur?

 

(3) “Olabilirlik sınırları” veya “koşulları” (conditions of possibility veya the limits of the possible) deyimlerinden ne anlıyorsunuz?

 

(4) Belirli bir çağda, belirli bir devlet veya imparatorluk ne kadar büyüyebilir? Nerelere uzanabilir ve ne kadar araziyi fethhedip yönetebilir? Bunun da bir sınırı var mıdır? Bu açıdan hangi kısıtlara tâbidir?  

 

(5) Her çağın kendine özgü “imparatorluk araç gereci” veya “avadanlığı” (tools of empire) deyiminden ne anlıyorsunuz?

 

(6) Herhangi bir çağda, herhangi bir imparatorluğun “efektif eylem yarıçapı” (effective radius of action) deyiminden ne anlıyorsunuz?  

 

(7) Sanayi Devrimi ve modernite öncesinin tarıma dayalı kara imparatorlukları (empires by land) nasıl genişliyordu? Nerelere ulaşabilecekleri, ne tür “imparatorluk araç ve gereci” tarafından belirlenmekteydi?

 

(8) Tipik bir kara imparatorluğu olarak Osmanlıların gerek kuzeybatı (Avrupa), gerekse  güneydoğu (İran) yönündeki erişim ve genişleme kapasiteleri sınırsız mıydı? Osmanlı ordusu İstanbul’dan yola çıkıp sırasıyla Edirne, Belgrad, Budapeşte, Viyana veya Kamaniçe’ye, ne gibi bir yürüyüş temposuyla, yaklaşık kaç gün veya haftada ulaşabiliyordu? Arazide ne kadar kalabiliyor ve sonra ne zaman dönüş yoluna girmesi gerekiyordu, sonbaharda?

 

(9) Deniz savaşları açısından Osmanlıların yeryüzündeki konumu neredeydi, neresiydi? Belli başlı deniz üsleri nerede bulunuyordu?

 

(10) İstanbul’dan Cebelitarık’a, Akdeniz’in doğu-batı yönündeki uzunluğu ne kadardır?

 

(11) Cebelitarık çıkışından faraza bugünkü Norfolk (Virginia), new York veya Boston limanlarına, Atlas Okyanusu’nun doğu-batı yönündeki uzunluğu ne kadardır?

 

(12) 16. yüzyılda Osmanlıların elindeki başlıca savaş gemisi tipi veya tipleri nelerdi? Yukarıda bazı lise tarih sempozyumlarının gündemini düşünerek sıraladığım soruları hatırlatayım. Bir Akdeniz kadırgası nasıl bir şeydir? Yapısı itibariyle okyanus aşabilir mi (Atlantik rüzgâları ve dalgalarına dayanabilir mi)? Menzili itibariyle okyanus aşabilir mi (hızı ve iç hacmi, taşıyabileceği yiyecek-içecek miktarı o mesafeyi bir seferde geçmeye yeter mi)? Ya da “Fatih olsaydı” Osmanlılar kadırgadan kalyona geçişi 17. yüzyıl sonunda değil de 100-150 yıl öncesinde, 16. yüzyıl başı ve ortalarında gerçekleştirebilir miydi?

 

(13) Osmanlı deniz gücünün Akdeniz içindeki reel sınırları nelerdi? Donanma-yı hümayun (Mağrib korsanlarından bahsetmiyorum) Batı Akdeniz’de üslenebildi  mi hiç? Hem Preveze ((1538) hem Lepanto/İnebahtı (1571) niçin Yunanistan’ın batı kıyılarında cereyan etti? En uzak deniz zaferinin Cerbe (1560) olmasının anlamı nedir? Malta muhasarası (1565) neden başarısız oldu? Arrdından neden Lepanto (1571) bozgunu geldi?

 

(14) Osmanlı deniz gücü, İstanbul’dan, Ege’den ve Doğu Akdeniz’den tâ Batı Akdeniz’e ve sonra Atlantik ötesine uzatılabilir, teşmil edilebilir, ışınlanabilir veya projeksiyonlandırılabilir miydi?

 

(15) Osmanlı deniz gücünün, bırakalım Atlantik ötesini, 16. yüzyılda Portekizlileri Kızıldeniz, Basra Körfezi ve Hint Okyanusu’ndan söküp atamamasının anlamı nedir?

 

(16) Diyelim ki Kanunî  her nasılsa Celâl Şengör’ün istediği türden bir “Fatih vizyonu” edindi ve Amerika’ya  sefer açmaya karar verdi. 1538’de Preveze’de 122, 1571’de Lepanto’da 200 küsur kadırgayla savaşan Osmanlı donanmasının, Amerika’yı (veya bir kısmını) İspanyollar, İngilizler, Fransızlar ve Hollandalılardan söküp almak için toplam kaç gemi (kadırga), kaç top, kaç bin tayfa ve kaç bin cenkçi (yeniçeri) ile sefere çıkması gerekirdi?

 

(17) Yukarıda “Türk gölü” efsanesinden söz ederken dikkat çektiğim realiteleri tekrar hatırlatayım. Doğu Akdeniz’den Batı Akdeniz’e geçişler daracık: ya Messina boğazı, ya Sicilya ile Afrika arası. Burası Venedik ve bütün diğer İtalyan devletlerinin hâkimiyetinde. Sonra Akdeniz’den ise tek çıkış var: Cebelitarık. Ve o zaman (ve çok uzun süre) hep 1492’de kurulan birleşik İspanya Krallığı’nın elinde. Bu muazzam Osmanlı donanması, nasıl geçecekti pusu ve tuzak noktalarıyla dolu bu güzergâhtan? Düşman topraklarının ortasında yiyecek içecek ikmalini nereden yapacak; herhalde en az iki ayda varabileceği Cebelitarık’tan nasıl çıkıp açılacaktı Atlas Okyanusu’na?

 

(18) Diyelim ki çıktılar. Atlantik’te, kadırgaları çoktan terkedip tamamen kalyonlar veya ön-kalyonlarla (karaka ve karavelalarla) çalışan İngiliz, Fransız ve Hollanda donanmalarının yüksek bordalı ve çok daha fazla top taşıyan savaş filolarının hücumlarına nasıl dayanacaklardı?

 

(19) Diyelim ki bu vartayı da atlattılar. Veya hiç saldırıya uğramadılar. Kürekleri ve latin yelkenleriyle, Atlantik uçsuz bucaksızlığını aşmaları, ortalama hangi hızda, ne kadar sürebilirdi? Buna hangi kadırganın ambarı dayanacaktı?

 

(20) Diyelim ki vardılar, Kristof Kolomb gibi Karayipler’de bir yerde karaya çıkmayı başardılar. Sonra? Denizaşırı imparatorluk inşası öyle tek seferle olmaz. Rurin biçimde gidip gelmeyi, ticaret yapmayı ve yerleşimci getirmeyi, büyük göçler organize etmeyi, bu temelde koloniler kurmayı gerektirir. Batı Avrupa’nın Atlas Okyanusu’na sahildar ülkeleri gibi Osmanlılar da düzenli gidip gelebilecek miydi… diyelim Jamestown veya Roanoke ile İstanbul arasında? Her seferinde o cehennem güzergâhını aşarak? Sürekli takviye getirerek? Ne yapacaklardı; “Konya’nın Karaman ovası”nın köylü ve timarlılarını, ya da Ege’nin Yörüklerini, Rumeli ve Girit gibi Amerika’ya da mı “sürgün” ve iskân edecek, kızılderililerden ele geçirdikleri toprakları bu yolla mı “şenletecek”lerdi ki, Virginia Virginia değil Osmaniye, Pennsylvania Pennsylvania değil Ahmediye, North ve South Carolina Kuzey ve Güney Hürremiye olsun?

 

(21) Sözün kısası, bizzat Fatih zamanında ister kuzeyden, ister güneyden İtalya’yı alamayan Osmanlıların, Atlantik aşırı bir sömürge imparatorluğu edinmek için, önce doğudan batıya bütün Avrupa’yı fethedip (İspanya, Portekiz, Fransa ve Hollanda yerine) Atlantik kıyılarında üslenmekten başka “şansı” var mıydı?

 

(22) Bir de tabii mentalite sorunu var, hepsinin ötesinde. Osmanlı ekonomik zihniyeti, ister Fatihli ister Fatihsiz, Mehmet Genç’in formülasyonuyla “provizyonizm, fiskalizm ve distribüsyonizm” (iaşecilik, maliyecilik ve bölüşümcülük) dışında, merkantilist bir sömürge imparatorluğu kurmak için gerekli koşul ve boyutları içeriyor muydu?

 

                                                                      *          *          *

 

 Bakın, ne güzel lise dönem ödevleri, projeler, sempozyum sunumları çıkar bu sorulardan! Utanmasam, lisans bitirme, hattâ bazen yüksek lisans tezleri bile diyeceğim. Celâl Şengör’e teşekkür mü etmeliyiz, nedir? Cevapları haftaya.

 

 

- Advertisment -