Ümit Kurt
Kitlesel şiddet eylemlerinin dinamiklerinin ve ortaya çıkış nedeninin anlaşılması bakımında ekonomik saikler son derece önemlidir. Bilhassa, hedef alınmış bir toplumsal gruba ve/veya gruplara ait zenginliğin elde edilmesi gibi bir itki, toplumun değişik katmanlarında yer alan farklı aktörlerini harekete geçiren güçlü bir teşvik unsurudur.
Böyle bir motivasyonla hareket eden aktörlerin geniş katılımıyla birlikte hedef alınan ve kurban durumuna düşürülen topluluk/topluluklar bu surette elimine edilirler. Bir noktanın altını önemle çizmek gerekir ki o da şudur: toplumlar kesinlikle doğuştan veya ilkesel olarak aşırı şiddet eğilimli olmazlar. Ancak, belirli bir tarihsel dönem ve bağlamda aşırı şiddet eğilimli olmaya doğru yönelebilirler.
Bunun sürekli bir durum olduğunu iddia etmek güçtür. Genellikle, kriz dönemlerinde toplumlar karşılaştıkları sorunları çözmek adına radikal tedbirlere veya çözüm yollarına başvururlar. Ölçüsüz ve aşırı şiddete yönelimler toplumları tam da bu kriz dönemlerinde yakalar. Örneğin, kapitalist ve sosyalist toplumlar uluslararası kapitalist sistemin baskısı altında yapısal veya sistematik şiddete başvurabilir.
Ancak ve ancak yapısal veya sistematik şiddetin aşırı ve ölçüsüz kanala doğru yol alması sürecinde, söz konusu şiddet fiziksel şiddetle ile eklemlenerek radikal bir dönüşüm geçirir ve hedef seçilen grup veya gruplar bu şiddetten nasibini alır. Burada yine bu şiddetin taşıyıcısı olan farklı aktörlerin teşkil ettiği geniş tabanlı bir koalisyonun varlığını elzemdir. Bu aktörlerin katılımından bağımsız bir kitlesel şiddet eyleminin “başarı”ya ulaşması şansı düşüktür.
Gerlach ve Mann’ın da altını çizdiği üzere, ölçüsüz şiddet 20. yüzyılda icat edilmiş bir olay değildir. Ancak bu yüzyılda daha fazla “katılımcı” bir karakter kazanarak farklı bir boyuta taşınmıştır. Katılımcı karakterden kasıt devletin aşırı ve ölçüsüz şiddet kullanımında tek başına hareket etmeyerek söz konusu şiddetin taşıyıcılarını çeşitlendirmesi ve çoğaltması başka bir ifadeyle ölçüsüz şiddetin toplumun farklı kesimlerinden gelen grupların katılımı ile kitlesel bir karakter kazanmasıdır. Bu şekilde bir katılımcı karakter tarihsel olarak erken dönem 20. yüzyılda Avrupa’nın kolonilerinde uyguladığı kitlesel şiddetin Avrupa’ya geri dönmesi sürecine de tekabül eder.
Yahudi karşıtlığından farklı bir temelde, belki bir modern çağ yan etkisi sayılabilecek biçimde ortaya çıkan Antisemitik akımların doğuşunu, 19. yüzyıldan 20. yüzyıla dönülen çağ aralığındaki gelişmeleri ele alan; 20. yüzyılda sayısız insan hayatına malolacak, soykırım girişimlerine, katliamlara, toplumsal hezeyanlara kapı aralayacak, ardından siyonist şiddetle karşı dramlar yaratacak bir eşiği analiz eden Totolitarizmin Kaynakları başlıklı muazzam çalışmasında Hannah Arendt, Avrupa’da yeşeren, Avrupa’nın ırksal ve kültürel olarak üstünlüğünü ‘kanıtlayan’ teorilerin ve bunların yol açtığı totaliter sonuçların Avrupa’nın ya da beyaz göçmen kolonilerinin Asya, Afrika ve neredeyse bütün dünyada yarattığı ekonomik yayılmacılık ve sömürü sonucu ortaya çıktığını iddia eder.
Arendt’e göre, Avrupa’nın kendi kolonilerinde uyguladığı ırkçı teoriler, cebir ve zor kullanılarak gerçekleştirilen nüfus transferleri, soykırım öncesi katliamlar ve demokratik olmayan diğer bütün şiddet siyasalarının etkilerinin ve sonuçlarının Avrupa’ya aynı şekilde geri döndüğünü belirtir. Başka bir ifadeyle bu demokratik olmayan ve aşırı şiddete dayalı totaliter uygulamalar ve kolonyal politikalar, Avrupa’nın siyasal ve entelektüel kültürünü ziyadesiyle etkilemiştir.
Bunun sonucunda Avrupa’da özellikle 1880’lerden sonra ırkçı teorilere ve düşüncelere teşne otoriter siyasi yönetimler güçlenmiştir. Arendt bu süreci “Bumerang etkisi” olarak tarif eder. Avrupa’nın kolonyal ve emperyal deneyimleri Avrupa coğrafyasında olası bütün korku dolu şiddet eylemlerine kapı aralayan bir durum yaratmıştır. Almanya’nın Afrika’daki kolonyal varlığı daha sonra tarih sahnesine çıkan Nazi elitlerinin yeşermesi ve çiçeklenmesi için en verimli toprakları teşkil etmiştir. Aslında Avrupa, kolonilerinde uyguladığı şiddetin de ötesine geçerek, bizatihi kendisi daha çok şiddetin varolduğu bir dünyaya dönüşmüştür. Dolayısıyla Arendt’e göre, totaliteryanizm, ırkçılık ve antisemitizm sadece Almanya’ya özgü değil bizatihi Avrupa’ya özgü olgulardır.