Ana SayfaYazarlarOlmadı, imzalamadım

Olmadı, imzalamadım

 

[22 Mart 2016] 1128’ler bildirisi üzerine kopan ilk fırtınalar sırasında, çeşitli yazılar yazıp hem içeriğini eleştirmiş, hem de genel olarak düşünce ve ifade özgürlüğü, özel olarak akademik özgürlük kapsamında gördüğümü belirtmiş; imzacılara yönelik her türlü hukukî baskı ve kovuşturma girişimine karşı çıkmıştım.

 

Bu yazılardan biri, O son, üçüncü bildiriye ben de imza atardım başlığını taşıyordu (Serbestiyet, 19 Ocak 2016). Kastettiğim, 610 öğretim üyesi imzaladığı ve Ayşe Buğra’nın kamuoyuna açıkladığı bir metindi. 1128 imzalı ilk bildiriden çok farklıydı. İmzalayanların büyük çoğunluğu da ilk bildiriye imza koymamış olanlardı. Sadece ifade özgürlüğünün çok temiz ve ilkesel bir savunusunu yapmakla yetiniyorlardı: “İfade özgürlüğü olmadan demokrasi olmaz. Üniversite ve akademisyenin görevi akıl yürütme ve vicdan muhakemesi sonunda vardığı fikirleri toplumuyla paylaşmaktır. Fikrin eleştirilmesi demokrasinin, fikri ifade edenin cezalandırılması ise otoriterliğin niteliğidir. Akademisyenlerin ülke sorunlarıyla ilgili dile getirdikleri görüşlerinin siyasi irade tarafından cezalandırılmaya çalışılması, akademik özgürlüklere darbedir. Böyle darbeler herşeyden önce toplumsal gelişmeyi durdurur.Ülke demokrasisine verilecek en büyük zarar, fikri söylemek değil, fikri ifade ettirmemektir.” Aşağı yukarı aynı sıralarda, Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin bir açıklaması da gelmişti. Adam Smith’ten başlıyor ve devam ediyordu. Onu da beğenmiştim ama asıl “üçüncü bildiri”yi çok güzel bulmuştum. Yazım “benim önüme gelmedi; gelseydi ben de imzalardım” sözleriyle son buluyordu.

 

Geçtiğimiz hafta içinde, 1128’lere yönelik baskılar yeniden alevlendi. Bir kere daha tepki duydum ve daha dört gün önce kendimi şöyle anlatmaya çalıştım: “… [O] bildiride hiçbir suç yok. ‘Etkileri itibariyle PKK’nın değirmenine su taşıyabilir’ tesbitine siyasî bakımdan katılırım, ama böyle bir suç tanımı mevcut değil, Ceza Kanunu’nda. O yüzden, 15 Mart Salı Akşamı CNN’de Şirin Payzın’ın programına çıkan Oral Çalışlar ‘protesto ediyorum’ dedi bu karar için. Etyen Mahcupyan ise 17 Mart’ta Karar’da çıkan (ve Serbestiyet’e de aktarılan) yazısına, ‘AK Parti’yi vurmak gibi bir kasıt yoksa, hukukun taammüden katli herhalde budur’ diye bir not düştü. Hem Oral’a hem Etyen’e katılıyorum. O üç öğretim üyesinin serbest bırakılması için doğru dürüst (çaktırmadan görüşlerini aklamaya kalkışmayan) bir bildiri önüme gelirse, tabii imzalayacağım. Karşı olduğum fikirler için de özgürlük istemekten vazgeçmeyeceğim.” (Nelerden geçiyoruz, 19 Mart 2016)

 

Derken, Boğaziçi Üniversitesi’nden meslekdaşlarımızla dayanışmayı amaçlayan böyle bir metin dolaştırıldı da bizim üniversitede. Sağda solda, ne dendiğinden değil, kimin dediğinden yola çıkan reaksiyonlar oluştu. Sirküle eden arkadaşların, 1128’lerden olmaları itibariyle saygınlıklarını yitirdikleri, dolayısıyla yanlarında yer alınamayacağı şeklinde görüşler var. Eminim ki toplumda da çok yaygın. Ama ben o kanıda değilim. Benim için önemli olan, fikrin kendisidir. Kendi kafamda doğru buluyorsam, kiminle aynı paralele düşeceğim doğrusu beni çok ilgilendirmez. Geçmişte çok çektik bu duygusal ve düşünsel şantajdan (“gördün mü, Amerikan emperyalizminin ve CIA’nin ‘anti-Sovyet’ propagandasıyla birleşiyorsun”). En seçkin Fransız aydınlarını, hattâ Jean-Paul Sartre’ı dahi susup reel sosyalizm hakkında bildiklerini bastırmaya sevkeden  bu yaklaşımı, “insanın siyasette kiminle yanyana düşebileceğini her zaman seçemiyeceğini” vurgulayan Tony Judt gibi, ben de takmıyorum artık. Onun yerine, içeriğe bakarım, bakıyorum.

 

Sözünü ettiğim bildiri, Üniversite ve ifade özgürlüğü başlığını taşıyor. İlk iki paragrafında şöyle denmekte:

 

“İmzaladıkları ‘Bu Suça Ortak Olmayacağız!’ bildirisi nedeniyle 30’dan fazla akademisyen meslektaşımız işinden uzaklaştırılmış, 500’den fazla akademisyene üniversiteleri tarafından soruşturma açılmış, 1128 akademisyene karşı Savcılık soruşturması başlatılmış, son olarak da üç meslektaşımız tutuklanmış, 20 yıldır Türkiye’de yaşayan ve ders veren uluslararası bir meslektaşımız sınırdışı edilmiştir. Anayasal olarak güvence altına alınan ifade özgürlüklerini kullanan bu akademisyenler, ‘terör örgütü propagandası’ yapmakla suçlanmaktadırlar. Yaptıkları açıklama ve imzaladıkları bildiriye, ve hatta bu bildiride yazanlara değil, yazmayanlara dayandırılan bu suçlamanın Türkiye demokrasi ve üniversite tarihinde büyük bir yara açtığını ve kabul edilemez olduğunu düşünüyoruz.

“Sabancı Üniversitesi’nin akademik özgürlükler bildirgesi ‘Sabancı Üniversitesi, hiçbir üyesinin bireysel görüşünü ya da bu görüşün kamuoyu önünde ifade edilmesini etkilemeye ya da denetlemeye teşebbüs etmez,’ der. Bizler bu ilkenin, sadece bizler için değil, tüm üniversitelerin öğretim üyeleri için geçerli olduğuna, temel bir ifade özgürlüğü hakkını ifade
etmesi bağlamında da tüm vatandaşları kapsadığına inanıyoruz.”

 

Bu kadarı iyi, güzel; katılıyorum. Keşke burada dursalarmış. Mektup sahiplerine yazdığım kısa bir notta da kullandığım ifadeyle, “Sadece ifade özgürlüğünü savunan, örneğin ilk iki paragrafla sınırlı bir bildiriye imza atardım.” Ama duramamışlar ve kendilerini tutamamışlar maalesef. Sonraki üç paragrafta, başka, daha siyasî fikir ve önermelere yer vermişler. Bir kısmı konu dışı şeyler; örneğin “insan haklarını temel alan ve istisnasız her alanda hayata geçiren bir Türkiye’yi birlikte kurmak” çağrısı gibi. Yani şimdi, ifade özgürlüğünü savunacaksak savunalım da, hangi Türkiye’yi kiminle kuracağımız fasıllarına hiç girmesek daha iyi değil mi? Bir kısmı ise, (19 Ocak’ta neden çok beğendiğimi yazdığım 610’lar bildirisi ve HYD metnindeki çok genel açıklamaların ötesinde) ifade özgürlüğü için daha spesifik gerekçeler getiriyor. Bu meyanda, çok kritik bir cümle var terör hakkında: İçinden acı ve kaygıyla geçtiğimiz, pek çok canımıza malolan şiddet sarmalı ancak ve ancak herkesin kendini özgürce ifade ettiği bir ortamda son bulabilir.”
 

Bunu okuyunca, işte orada durun, dedim kendi kendime. Birincisi, bana hemen, eski Taraf’ın sonunu getiren olaylar zincirinin başlangıcında, 2013 Nisan ayı içinde Neşe Düzel’in önce Cengiz Çandar (11 Mart 2013: Sansür sürerse çözüm olmaz) ve sonra Selâhattin Demirtaş’la yaptığı (23 Nisan 2013: Demokrasi olmadan PKK dağdan inmez) röportajlarını hatırlatıyor. Her ikisinde Neşe Düzel, barışın siyaset içinde olabilirlik koşullarını araştıracak yerde muhatapları alabildiğine mevhum ve mutlak bir “demokrasi olmadan olmaz” maksimalizmine zorlamış, bunda başarı da sağlamış ve söz konusu ifadeleri inadına başlığa çıkarmış, barış ve çözüm çabalarının karşısına dikmişti. Zamanla anlaşıldı ki bu, Cemaatin Taraf’ı toptan ele geçirme ve devirmeci amaçlar için kullanma hazırlığının bir parçasıymış.

 

Gülencileriin komplosu bir yana; ikincisi, 2013’teki o röportajlarda içerik açısından kötü ve yanlış olan, bugün de içerik açısından kötü ve yanlış. Objektif olarak yanlış. Toplumların başına musallat olan terör, şiddet, bombalama, iç savaş vb musibetlerin “ancak ve ancak” çok geniş ve ileri (“herkesin” kendini özgürce ifade edebileceği kadar ileri) bir özgürlük ve demokrasi temelinde son bulabileceği iddiası, yani aksi takdirde son bulamayacağı imâsı, tarih ve siyaset bilimi açısından tamamen temelsiz (öyle ki, insan bu kadar çürük ve derme çatma lâfları hem de sosyal bilimcilerin nasıl yazabildiğine doğrusu hayret ediyor). Spesifik çatışma süreçlerinde, barış ile demokrasi veya barış ile özgürlük arasında hiç de böyle zorunlu ve kopmaz bir nedensellik ilişkisi yok. Tersine, çatışan taraflardan biri veya her ikisinin herhangi bir anlamda demokrat(ik) olmaması halinde de, çözüm ve barış pekâlâ mümkün. Çünkü bu, son tahlilde tarafların karşılıklı talep ve pazarlıklarıyla ilgili bir mesele. Ne onların demokrat olması gerekiyor, ne berikilerin. Bir durup düşünelim: Tarihte, hangi çatışma sürecini sonlandıran hangi barışın bütün tarafları (ve arkalarındaki toplumlar) için böyle ideal bir demokrasi ve özgürlük koşuluna uygunluk aranabilir? IRA için mi? ETA için mi? Evian Anlaşması’nın iki tarafındaki Fransa ve Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) için mi? Pontecorvo’nun Cezayir Savaşı filmini tekrar seyredin ve Henri Alleg’in Sorgu’sunu tekrar okuyun bakalım; ne kadar demokratikmişler. KCK/PKK için mi? Ha, sahi, Türkiye için ileri sürülen bu “herkesin kendini özgürce ifade ettiği ortam” talebi, PKK’nın örgütsel iç hayatı ve/ya egemen olduğu alanlar, faraza hendekler ve barikatlarla işgal ettiği ilçe merkezleri için de geçerli mi sizce? Acaba Sur’da, Cizre’de, Silopi’de, şimdi Yüksekova’da yaşayanlar da kendilerini özgürce ifade edebiliyor mu PKK karşısında? Bilmem; Diyarbakır Mazlumder bildirisine yansıyan yerel tanıklıklar, ya da HDP’li olmayan Kürt aydınlarının yazdıkları, ya da Tarık Ziya Ekinci’yle yapılan son röportaj, pek öyle demiyor gibi.    

 

Ve üçüncüsü, mefhumun muhalifi üzerinden düşünelim; bu cümle nasıl bir ölçüt getiriyor barış çabalarının başarısı veya başarısızlığı için? “Herkesin kendini özgürce ifade ettiği bir ortam” olmadığı için mi yaşamaktayız bu şiddet sarmalını? PKK bu yüzden mi savaşmakta? Ya da, diyelim ki PKK gene bir şeylere olmaz dedi ve çekip gitti; “yeninin yenisi” bir “devrimci halk savaşı” daha çıkardı; eh, ne yapsınlar, “herkesin kendini özgürce ifade ettiği bir ortam” yok da ondan… mı denecek?

 

Ne demiştim; “çaktırmadan görüşlerini aklamaya kalkışmayan” bir bildiri gelirse imzalama sözü vermiştim, 19 Mart’ta. Buyurun; sadece ifade özgürlüğünü savunmanın ve üç öğretim üyesinin serbest bırakılmasını talep etmenin ötesinde, “çaktırmadan görüşlerini aklamaya kalkışma”nın, budur, ilk bakışta masumane ifadeler ardında gizlenen ilginç bir örneği. Güya ifade özgürlüğü savunusuna güç katmak için, öyle koşullar ileri sürersiniz ki, barışın karşısına soyut bir azamî dikmek ve bu arada, barış olmuyorsa da neden olmadığı konusunda bazı örtük imâlarda bulunmak anlamına gelir.    

 

Kendilerine de söyledim. “Onun için imzalamayacağım” dedim. 

 

- Advertisment -