Ana SayfaYazarlarOlmak sabır ister

Olmak sabır ister

 

Beyin araştırmaları bugün ergen beyninin nasıl ve ne sürede olgunlaştığına dair ilginç veriler sağlıyor. Bu araştırmalardan elde edilen bulgular, ergen ve gençlerle ilgili bugüne dek doğru bildiğimiz bazı şeylerin yanlış olduğunu gösteriyor. Ergenliğin kendisi de günümüzde değişiyor. Geçmişte sadece birkaç yıl süren bir dönem artık çok uzun bir süre alıyor: Ergenlik hem önceki çağlara kıyasla çok daha erken başlıyor hem de genç insanların meslek edinme, evlenme ve maddi bağımsızlıklarını kazanma yaşlarının ileriye atılmasıyla, geç bitiyor. Yani çocuklar ergenliğe her zamankinden erken giriyor ancak ergenlerin erişkin hale gelmeleri çok daha uzun bir zaman alıyor. Çocukluktan erişkinliğe geçiş önceki nesillerde üç beş yıl sürerken şimdi aşağı yukarı on beş yılı alıyor.

 

Hayatın ilk üç yılında beynin “yoğrulabilir” olduğunu biliyoruz. Çocuğun beyni etrafında olup bitenleri bir sünger gibi emiyor ve yeni yaşantılar beyni yepyeni biçimlerde yapılandırıyor. Ergenlik döneminde de beyin yoğrulabilir bir hüviyette, öyle ki olumlu ve destekleyici çevrelerde gelişip serpilebiliyor ancak ortam zehirleyici mahiyette ise, bundan kalıcı ve güçlü bir biçimde etkilenebiliyor. Beyinde kalan her şey kalıcı bir değişikliğe yol açabildiği için öğrenilmiş oluyor. Yakın zamana dek, beyin erişkin büyüklüğüne yaklaşık on yaşında eriştiği için beyin gelişiminin o yaşlarda nihayete erdiği düşünülüyordu. Bugün beynin dış görünüşünün içsel yapı ve etkinliğinin bir aynası olmadığını biliyoruz. Beyin gelişimi ergenlik döneminde de yoğun olarak sürüyor ve yaşantılardan etkileniyor. Ergenlik döneminde beyin, önceki ve sonraki dönemlere kıyasla çok daha esnek. Erişkinliğe girdiğimiz andan itibaren bu esneklik dikkat çekici bir biçimde azalıyor. Bu açıdan ergenlik beynin yüksek düzeyde yoğrulabilir olduğu dönemdir. Bu yoğrulabilir olma hali iyi yönde değişim getirebildiği gibi kötü yönde değişimi de tetikleyebilir. Beynin gösterdiği bu yüksek esneklik, ancak onu olumlu yönde bir değişim lehine kullanabildiğimizde avantaja dönüşür.

 

Buluğa erme yaşının giderek düşmesi ergenleri bir dizi sorunla baş başa bırakıyor. Cinsellik ve cinsel yolla bulaşan hastalıklarla erken tanışma bunlardan biri. Duygusal ve zihinsel olarak hazır olmaksızın cinsellikle tanışmak ergenleri ruhsal açıdan zorluyor. Ergenliğin geç bitmesi ise okulda daha uzun yıllar kalma, maddi destek konusunda anne babadan bağımsızlaşmakta ve hayatla ilgili bir sorumluluk almakta gecikmeyle kendisini gösteriyor. Önceki nesillere göre bugünün gençleri, evde ayrılarak bağımsız bir hayat kurma konusunda daha isteksiz görünüyor. Peki neden böyle? Bir görüş “ben nesli” olarak isimlendirilen bu kuşağın daha tembel, kendisine düşkün ve şımarık olduğunu söylüyor. Anne babalarının bu çocukları fazla övgüyle şımarttığı ve muhteşem bir hayatı hak ettiklerine inandırdıkları dile getiriliyor. En iyi iş, eş ve evi hak ettiğinize inandırılarak büyütüldüyseniz, onu bulana dek beklersiniz. Bu görüş bize gecikmiş erişkinliğin duygusal olgunlaşmamışlığa bağlı olduğunu söylüyor.

 

Başka bir görüş, olan bitenin rasyonel seçimlerle alakalı olduğunu dile getiriyor. İş dünyası değişti ve iyi ücretli işler giderek daha uzun eğitim süreleri gerektiriyor. Bu durumda da gençler okulda daha uzun süre kalıyor. Cinsiyet rollerindeki değişimle birlikte, daha fazla kadın okul ve iş hayatına katılıyor ve bu durumda onlar da evlenmek için pek acele etmiyor. Eğer bugün daha çok genç ailesinden maddi destek almayı sürdürüyorsa, bunda ekonomik şartların da payı var. Bu görüş bize gençlerin yaptıklarında anormal bir durum olmadığını ve onların sadece değişen şartlara uyum sağladığını söylüyor.

 

Üçüncü bir bakış açısı sebepler yerine sonuçlara odaklanıyor. Bu görüş sağlıklı gelişimin kendine yeterlikle mümkün olduğunu, iş ve eş hayatında sorumluluk almanın kişiyi geliştireceğini söylüyor. Kendisini hiçbir şeye adayamayan, erişkin hayatı ve sorumluluğu devamlı erteleyen yeni genç kuşağıyla ilgili endişe duymamız gerektiği dile getiriliyor.

 

Daha şiirsel bir okuma ise mevcut toplumun yaygın bir “baba reddi”ne dayandığını, hatta babalığın bütün sembolik biçimlerini öldürme arzusu uyandırdığını söylüyor. İçinde bulunduğumuz zamanda kimse kimseden üstün değildir, yüksek kültürün ehemmiyeti yoktur. Yarı-erişkinlik övülür ve manevi disiplinlerin getirdiği dürtü kontrol düzenekleri hor görülür. Anne babalar çocuk gibi davranır, çocuklarsa hızla erişkin rolüne itilir, mamafih bu safhaya bir türlü ulaşamazlar. Giderek daha çok çocuk ve genç, doğru düzgün bir anne babalık görmeden büyümekte, erişkin hayatında bir saygınlık yerine tutarsız bir boşluk ve kaos görmektedirler. Evin içindeki tartışmayı bitirecek bir saygınlık abidesi olarak baba çoktan kayıplara karışmıştır. Tüketim kapitalizmi Batı kültürünü rehin alarak tamahkârlık ve arzuyu kamçılamıştır. Ebeveynlerin güç ve saygınlığı hasar aldıkça, çocuk ve gençlerin tüketim ideolojisi tarafından kandırılmaları da kolaylaşmıştır.

 

Seçeneklerin ve belirsizliklerin çoğaldığı bir dünyada yaşıyoruz artık. Belirsizliğin yükselişi ve dünya hakkında daha çok şey bilme ihtiyacı olgunluk mefhumuna yeni bir anlam kazandırıyor ve bu arada az deneyimi olanlar (çocuklar) ile daha fazla deneyimi olanlar (erişkinler) arasındaki boşluk büyüyor. Bu süreç dini yetkenin aşınması ve seküler yetkenin yükselişi ile hız kazanıyor. İnsanlar artık kendi kaderlerini seçmek konusunda özgür hissediyor ve hangi yetke, ahlak veya değerleri benimseyeceklerine kendileri karar veriyorlar. Değişimin esas olduğu bir gençlik kültü oluşuyor ve ebeveynler çocuklarını taklit etmeye, hedonizm konusunda onlardan geri kalmamaya çalışıyorlar. Kişisel özgürlüğün maksimizasyonu ve kişisel sorumluluğun minimizasyonu üzerine temellenen bir kültür, çocuklar için saçını süpürge etmenin beyhudeliğini fısıldıyor durmadan. Öyle ya her şeyin zeval bulduğu bir dünyada, gününü gün etmek dururken, fedakârlık da neyin nesi? Anı yaşama düşüncesi geleceği ihmal ediyor ve hemen tatmin felsefesine bel bağlayanlar, bir kimlik sorunuyla yüz yüze kalabiliyor. Zira kimlik; geçmiş, bugün ve gelecek arasındaki sürekliliği temsil eder. Teknoloji ve  coğrafi/sosyal hareketlilikle birlikte hayat o kadar hızlandı ki, sadece kendi çocuklarımızın bizden farklı hayatlar sürmesini beklemiyoruz, kendi hayatlarımızın da zaman içinde değişebileceğini varsayıyoruz. Yıllar içinde durumdan sürece geçtik. Erişkinlik tarif edilmesi kolay bir durumken, şimdi izaha muhtaç bir süreç halini aldı. Günümüzde erişkin kişi, bitmemiş ve hala büyümekte olan kişidir.

 

Büyükler çocuklaşıyor, çocuklar büyüyemiyor. Kitle kültürünün içinde renksiz, kokusuz, kimliksiz ve kişiliksiz kaldığımız için içimizdeki boşluk büyüyor. Bireycilik çağında standartlaşma ve dışarıdan kontrol kaçınılmaz hale geliyor. Arzu kamçılanıyor ve bizim ancak tüketerek dilediğimiz kişi olabileceğimiz telkin ediliyor. Viktorya  toplumunda nevrozlar nasıl yaygın idiyse günümüzde de kimlik sorunları o kadar yaygın. Nevrozların duygusal baskılamadan kaynaklandığı düşünülüyordu, kimlik sorunları ise davranış ve yaşantı üzerinde yeterince kısıtlama olmadığı için zuhur ediyor. Bir rehberlik ve yapı bulamayan insanların kafası karışıyor ve toplumda nasıl bir yer tuttukları duygusunu yitiriyorlar. Kim oldukları konusunda kafası karışık olan insanlar doğal olarak daha geç olgunlaşıyor. Sağlam bir psikolojik temele yaslanmayan insanlar erişkinliğe geçmekte büyük zorluk yaşıyor. Erişkin yaşa erişen pek çok insan olgunlaşmamış bireyler olarak hayatlarına devam ediyor. Geçmişin ekmeğini taştan çıkaran, ailenin dirlik düzenini sağlayan, bir kaşıyla çocukları hizaya getiren olgun babasının yerini, ‘önce benim ihtiyaçlarım!’ diyen çocuksu babalar aldı. Ruhumuz kimlik boşluğu ile malul artık. Erkekliğin ve kadınlığın anlamı değiştiği kadar babalığın, anneliğin ve çocukluğun anlamları da değişiyor. Geçmişin sabit rolleri  akışkan hale gelerek birbiri içine geçiyor, sınırlar muğlaklaşıyor. Hız çağında erişkin tüketim kalıplarına özenen gençler duygusal ve zihinsel açıdan yeterince olgunlaşamıyor. Televizyon ve bilgisayar oyunlarıyla haz devreleri sürekli uyarılan çocuk ve gençler, elektronik alet edevatın verdiği sahte kontrol duygusunu, gerçek hayatın hayal kırıklıklarına tercih ediyor.  Bir ilticagâh olarak sanal âlem, sunduğu ani tatmin duygusuyla, ‘tüzüklerle çarpışarak büyüme’yi ve sorumluluk almayı  geciktiriyor. Dünyayı değiştirme ülküsünün yerini bireysel konfor  ve mutluluk arayışı alıyor.

 

Kapitalist pazar ekonomisi savunucularının temel düsturlarından birisi de özgürlük. Her türlü sadakatsizliğin özgürlük adına kutsandığı bir çağda insan tutunacak bir dal, kök salacağı bir zemin bulamıyor. Özgürlüğün cazibesi duygusal düzeyde bizi aile, toplum veya din gibi yetkelerin getirdiği kısıtlamalardan azat etmesi. İnsanın sadece kendi tatmini peşinde koşmasını öğütleyen bu yaklaşım, kamusal sorumluluk ve iyilik hissinden bizi kurtarmış oluyor. Eğlence sorumluluğa galip geliyor, eğlence temelli ahlak neredeyse mecburi hale geliyor : Eğlen ya da öl! Eğlenmiyorsan ölüsün demektir. Eğlenemeyen insanın utanç duyması gerekiyor. Televizyon başında saçma sapan yarışma programları karşısında heyecanlanıyor, kendimizden geçiyoruz. Pazar kahvaltıları, paket turlar ve gelişen damak tatlarımızla giderek yaşantı oburu haline geliyor ve ancak yeni heyecanlarla hayata tutunabileceğimizi düşünüyoruz. Bize heyecan sağlayabilecek yaşantılar tükendikçe kendimizi ‘iyi’ hissetmek için legal ve illegal ilaçlara sığınıyoruz. Bu değer sisteminde ötekiler kendi kişisel kazançlarımız için istismar edilmesi veya kullanılması gereken nesnelere dönüşüyor ve sosyal ilişkilerde güven aşınıyor. Batı kapitalist ideolojisi pazar değerlerinin sosyal hayatın her veçhesine nüfuz ediyor ve kendisine boyun eğdiriyor. Batı toplumunda ve Batının küreselleşme rüzgarıyla tohumlarını taşıdığı her yerde, kişisel ilişkiler ve benlik de tüketim nesnelerine dönüşüyor. Hiç bitmeyen bir yayılma ve gelişme takıntısı. Çocuklar bu merhametsiz dünyaya doğuyor, ergenler ve gençler bireyciliğin ve rekabetçiliğin acımasızlaştırdığı bu dünyada ayakta kalmaya çalışıyor.  Merhamet ve toplumsal ahenk bu değer sitemine göre alt edilmesi gereken zayıflıklar çünkü burada sadece kaybedenler ve kazananlar var. Aşırı rekabetçi eğitim sisteminde tutunamayan ergenler kendilerini dışarı atan bu sistemden hınçlarını almak ve hala var olduklarını göstermek için zalimliğe yönelebiliyor. Gençler arasında bir şiddet alt kültürü yaygınlaşıyor. Başkasına karşı sorumluluk hissetme ahlâkı yerine başkasının zayıflık ve acziyetinden güç devşirme rantçılığı. Maalesef  Türkiye çocukların ve gençlerin, anne babalarının birbirlerini rakip olarak gördüğü bir sınav bataklığından bir türlü çıkamıyor. Gençlerimizin büyüyememelerinin bir sebebi de bu sonuç odaklı sınavların hayatlarını adeta kâbusa çevirmesi. Zevk için öğrenmenin, muhakemenin, bir bilginin künhüne varmanın değersizleştirildiği bu süreçte okullar gençlerin seciye ve terbiyelerini geliştirebildiği kurumlar olmaktan çıkıyor ve onların ‘kalabalık kontrolü’nün yapıldığı, meşgul tutularak uyuşturulduğu hamakat kurumlarına dönüşüyor. Bir dostumun oğlu iyi bir üniversite bitirerek yabancı bir ülkeye yüksek lisans eğitimi için gitmişti. Bir ay sonra babasına gönderdiği mesajda şöyle diyordu: ‘Eğitim hayatım boyunca ilk defa kütüphanede uzun saatler geçirmek zorunda kaldım.’ Ekran teknolojileri kadar maalesef eğitim sistemimizin yoksulluğu da çocuklarımızın zihinsel gelişimini önlüyor. 

 

Sözü toparlayayım. Ergenlik beyin gelişiminin çok hassas olduğu bir dönem ve bu dönemde gençlerin okulda iyi bir rehberliğe, evde iyi bir anne babalığa ihtiyaçları var. Ancak böylece deli kanlarını dizginleyebilir, kendilerini düzenleme şansını bulabilirler. Beri yanda küresel kapitalist kültür bizi ergen kalmaya zorluyor. Ergenliğin yüzer gezer heyecanları daha çok para harcatıyor. O yüzden çocukların çabucak ergenliğe girmeleri ve uzun süre burada kalmaları, erişkinlerin de hep genç, daima genç kalmaları isteniyor. İnsanın kendisine sınır koymayı beceremediği bir kültürde büyümek mümkün değildir. Sorumluluk almadan, başkalarının yükünü sırtlanmadan büyümek mümkün değildir. Arzularımızın hemen tatmin bulduğu, sabır ve kanaatin unutulduğu bir iklimde büyüyemeyiz. Ruhsal olgunluk için bir tutam acı, emek ve gözyaşı gerekir. Nefsinden feragat etmeyi bilmeyen kişi, kemâlât dairesinden içeri adım atamaz.

 

Olmak, sabır ister.

 

- Advertisment -