Hayata çok anlam katmanın ötesinde, dünyanın kendimiz için döndüğünü sanıyoruz. Dünya bizim için dönüyor ya; gerisi mühim değil, acılar umrumuzda olmuyor ta ki kapımızdan içeri girene kadar. Ölüleri bile işimize yarayanlar ve yaramayanlar olarak tasnifledik farkında olmadan. Vicdanımız o ölümün bize sağladığı fayda kadar sızlıyor, sesimizi ona göre yükseltiyoruz. Sonra karışıyoruz vicdanlı insanlar arasına…
Roboski’de çoğu çocuk 34 kişinin uçaklardan atılan bombalarla katledildiğini büyük bir vicdan gösterisi içinde haykırıyoruz. Benzer bir olayda PKK’nın 13 köylüyü 15 tonluk bombayla katletmesini görmezden geliyoruz nedense. Siyasete amade vicdanla yüklüyüz çünkü. “Bu suça ortak olmayacağız” diye ortaya çıkan ‘barışsever’ akademisyenler, Dürümlü katliamı sonrasında üniversite koridorlarında imza yarışına girmiyor. Derin bir sessizlik ve böyle anlarda kullanışlı cümle devreye giriyor, “Şiddet nereden gelirse gelsin karşısındayız”. Ne kadar vicdanlı bir cümle değil mi? Katilin adını koymadan vicdanlı görünmenin vicdansızlığı da böyle olmalı!
Birer gün arayla iki yakın dostumu kaybettim. İnsan böyle anlarda kendini çok güçsüz hissediyor ve hayatın aslında bir nefes almayla verme arasında geçen süre olduğunu daha iyi anlıyor. Can Abi, Kadıköy’den tanıdığım çok özel bir adamdı. Tam bir İstanbul beyefendisi. Büyük küçük herkese ‘sayın abim’ diye hitap ederdi. Sesini yükselttiğine, birine bağırdığına hiç tanık olmadım. Fanatik Galatasaraylı olmasına karşın, Fenerbahçeli dostlar alınır kırılır diye şampiyonluk sevincini bile uluorta pek belli etmezdi. Dün sabah yürüdü gitti bu dünyadan. Akşamında Fenerbahçe ile kupa maçı finali vardı. Maç boyunca Can abiyi düşündüm, gülümsemesi ve sakin bir şekilde maçı izlemesi geldi gözlerimin önüne. Maç bitti, kupayı kazandık. Sokağa çıktım Can abinin dazlak kafası, gülen gözleri belirdi bulutların arasından. “Mutlu gitti bu dünyadan Can abi” dedim içimden…
Şefik Emice, Apiça’dan kapı komşumuzdu. Çocuklarıyla büyüdüm aynı mahallede. O yaş aldı biz yaşlandık. Çocukluktan beri emicemizdi. Uzun yıllar gurbette kaldı. 10 sene kadar oldu bitirdi sıla hasretini, döndü evine. Yazları çocukları torunları eşlik ediyordu karısıyla ona. Kışın ise karı koca baş başa. “Buraların asıl kışı güzel, bir kış burada kal, bir daha ayrılmazsın. Hem senin de köye dönme zamanın geldi” diye söylenip dururdu bana. Döneceğim ben de elbet diye cevap verirdim ona. Gençlerin köyü terk edip gitmesine hüzünlenir, içerlerdi. “Biz bu dünyadan göç edince, çocuklar, torunlar da gelmez bu cennet topraklara” derdi. Birkaç yıl önce bir ‘Remezan’ ayını birlikte geçirdik. Akşam vakti pide almaya giderdim, babamın kamyonetiyle. Şefik Emice’ye de alırdım. Sonra evin az aşağısında bir su vardı pınardan çıkan. O sudan iftara beş on dakika kala alır, mahalleye dağıtırdım. Köyün suyu musluktan içilmesine karşın o suyun tadı başkaydı pek severdi o suyu Şefik Emice…
Ara ara telefon eder hatrını sorardım. Son telefon konuşmamızda, “Bu Remezan’da gel, iftara su getirenimiz yok Kasim” dedi. “Nasipse gelirim” diye cevap verdim. Nasip olmadı işte… Birlikte geçirdiğimiz o Remezan ayının iftar sonrasında her zamanki gibi demlediği çayı içiyorduk. Yaban armudundan ikram etti bana. Armudun toplandığı yaşlı ağaç bütün heybetiyle karşımızda duruyordu. “Şu ağaca, bak Kasim. Ben çocuktum, bu ağaç böyle büyüktü, dallarına çıkar armut toplardık. Biz yaşlandık şimdi torunlarımız topluyor. Onlarda göçüp gidecek, bu ağaç yel almadığı sürece dimdik ayakta kalacak. Ağaç dik, özellikle meyve ağacı. Sen göremezsen meyvesini, senden sonra gelecekler görür” dedi. Hayatla ilgili en anlamlı cümleyi duyduğum bu bilge insan bu sabah namaza kalktı, abdest almak için banyoya girdi ve orada yığıldı kaldı. Sessiz sedasız yaşadı ve göç etti bu dünyadan…
Ölümlerin kullanışlı olup olmamasına bakılarak vicdanların pazara çıktığı bu kötü dünyada, iyi insanlar da yaşıyor. Göçüp gittiklerinde, arkasından “İyi bilirdik” denilmesini istedim. Bu yazı işte onun yazısıdır. İyi bilirdik kimseye ilişmeden sessiz sedasız bu dünyadan bir nefes alıp veren insanları…