Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde II. Abdülhamid rejimine dönük muhalefeti tanımlamak için kullanılan “Young Turks” Türkçe ifadesiyle Jön Türk muhalif hareketi kendi içinde barındırdığı birçok farklı siyasi kanada rağmen Abdülhamid tarafından kapatılan Meclis’in açılması ve askıya alınan Kanun-i Esasi’nin yeniden yürürlüğe girmesi gibi unsurlarda birleşen; modern Türk siyasi tarihinin de temel dinamiklerinin şekillenmesinde önemli rol oynayan bir siyasi hareketti.Literatür’de gerek Jön Türk hareketine gerekse de bu hareketin içinden çıkan ve hâkim politik blok olan İttihat ve Terakki üzerine mebzul miktarda çalışma olmasına rağmen bu hareketin arkasındaki asıl itici güç olan ordu ile olan ilişkileri üzerine yazılmış etraflı ve nüanslı fazla eser yok. Biri dışında. Oldukça erken yaşta kaybettiğimiz Naim Turfan imzalı “Jön Türklerin Yükselişi: Siyaset, Askerler ve Osmanlı’nın Çöküşü” başlık çalışma bu alandaki önemli bir boşluğu dolduran, gerek kaynak kullanımı gerekse sofistike analizleri ihtiva etmesi bakımından Jön Türkler, daha sonra İttihat ve Terakki ile ordu arasındaki ilişkiler üzerine yazılmış en iyi kitap diyebilirim.Bu yazımda açıkçası böyle usta ve değerli bir tarihçinin çok da üzerinde durulmayan ancak bana göre alanında yazılmış en iyi çalışma olarak rahatlıkla nitelendirebileceğim kitabı üzerinde durmak istedim. Bir anlamda bir ustalara saygı kuşağı da ben yapayım dedim.Turfan’ın kitabındaki dikkat çekici ve özgün tarihsel tespitlerinden biri, Türkiye’de ordunun uzun yıllar sürdürdüğü siyaseti dizayn etme, siyasi alanı kaplama ve siyasetin parametrelerini inşa etme gibi alanlardaki özerk ve baskın gücünün ve iktidar alanının aslında toplumsal kanallardan beslenmekte olduğu realitesi. Turfan’ın önemle imlediği gibi şurası muhakkaktır ki “Türkiye’de ordunun sahip olduğu siyasal dayanakların kendi gücünün kaynakları olduğu, yani bunların ordunun toplumdan güç alma, bu gücü sürdürme ve genişletme çabalarına diğer siyasal kurumların, destek, uyum, tarafsızlık ya da en azından ilgisizliğini sağlamadaki araçlar olduğunu kabul etmekten kaçış yoktur.” (s. 23).Dolayısıyla kamu siyasetini de etkileme araçlarını elinde bulunduran askerî siyasetler hiçbir zaman için toplumsal bütünden soyutlanamazlar. İşte Turfan söz konusu çalışmasında bu tespitini bilhassa Jön Türkler’in siyaset sahnesine çıktığı andan iktidarını konsolide ettiği dönem üzerinden ikna edici bir biçimde gözler önüne seriyor. Yazarın analiz düzeyi öylesine sofistike ki literatürde bu sorunsala ilişkin hikmeti kendinden menkul birçok argümanın kökenine iniyor ve bu argümanları ete kemiğe büründürüyor. Bu noktada yazarın tükettiği kaynaklar ve bu kaynakların mülahaza edilme biçimi literatürdeki birçok çalışmanın fersah fersah üzerinde.Kitabının amacını ordunun Osmanlı toplumundaki yerini saptamak ve Türk siyasi tarihinin Osmanlı safhasındaki zamansal ve mekânsal yerini belirlemek olarak tanımlayan Turfan, bu bağlamda Türk askerî geleneğinin Osmanlı Devleti içinde oluştuğu koşulların, özellikle Jön Türk döneminde oynadığı rolün ve imparatorluktan ulus devlete dönüşümünün nasıl hazırlandığının fiili ve deneysel yorumuna başvuruyor.Dilerseniz kitabın içeriğine göz atalım. Turfan kitabının ilk bölümlerinde Osmanlı askerî siyaset politikasının kökenlerini, bunları üreten askerî aristokrasinin tarihine başvurarak irdeliyor. Kitabın önemli bölümlerinden biri Osmanlı’da subay sınıfının siyasallaşması süreciyle ilgili. Örneğin, 1878 Kanun-ı Esasi’nin yeniden yürürlüğe sokulmasına neden olan baskılar, ordu içinde sayıları hiç de az olmayan entelektüeller tarafından gerçekleştirilmiştir. Gerçekten de, 23 Temmuz 1908’deki ültimatom ordudaki subayların doğrudan eyleminin bir sonucudur. Turfan’ın İmparatorluktan ulus devlete geçiş dönemi olarak gördüğü bu dönem siyasi güç odağının silahlı kuvvetlere geçmesinin de miladıdır.Gerçekten de 1908’i izleyen karmaşık siyasal atmosferin Türkiye Cumhuriyeti ulus devletinin kurulması ile son bulan süreçte askerler baskın aktörlerdi. Turfan’ın önemle altını çizdiği üzere bu haliyle askerler, “onlar olmasa sivil örgütlerin etkili bir şekilde siyasi iktidarı kullanamayacağı bir araç konumunda değildi.” (s. 183). Yani bir anlamda askerler artık yalnızca iç çatışmaların düzenleyicisi değil, iç partizan siyasete bulaşmanın kaçınılmaz sonucu olarak, bunların ateşleyicisi ve tetikleyicisi işlevini gördüler. Aslında bu etkilenmeler karşılıklıydı. Yani sivil örgütler destek için sürekli askerlere başvurmaktaydı, bu da silahlı kuvvetlerin bir güç tekeli kurmasını sağlamıştı.İsterseniz meseleyi biraz daha tarihselleştirelim: Sözkonusu zaman diliminde asker sınıfı kendisini toplumun bir tezahürü olarak görmüştür. Meşrutiyet subayı orduyu yalnızca Osmanlı Devleti’nin kilit siyasal kurumu olarak görmüyor, “varisi olduğu siyasi erki, öncelikleri ve ayrıcalıkları sahiplenerek koruyan, kendine özgü ayrı bir siyasal kimliğe sahip, kutsal ve dokunulmaz bir kurum olarak kabul ediyordu.” (s. 192).Birinci Cihan Harbi’nden yenik çıkan Osmanlı ordusunun topraklarının işgal edilmesiyle birlikte, ordu toplumsal kurumlara yabancı olan varlığını üstünlüğünün elden gitmesinin asıl sebebi olarak algılamıştır. Böyle olunca, üniformalarından aldıklarına inandıkları kurtarıcılık vasıfları nedeniyle Türk ulusunun kaderiyle kendilerini iyice özdeşleştirmişti. Bu yüzden Turfan’ın da son derece sofistike bir biçimde ortaya koyduğu gibi neredeyse sürekli iç karışıklıkların ve dış çatışmaların yaşandığı bir dönemde, kaos içinde düzenin yeniden kurulabilmesi saikiyle bir çekirdek örgütlenme için birincil ve yönlendirici kuvvet ve seçenek orduydu.Zira örneğin İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1908 sonrası egemen konumu sadece Meclis’teki üstünlüklerinden ileri gelmiyordu. Bu egemen konum ve güç konsolidasyonunun ön ve arka çeperlerinde ordu ile karşılıklı hayati bağlar bulunuyordu. 31 Mart olayı esasında bu bağın ne derece hayati olduğunun en büyük göstergelerinden biriydi. Zira Meclis’te siyasi üstünlüğe sahip İttihatçıların yükselen muhalefet karşısında geri çekilmesi ve sırtını orduya dayayarak bu badireyi atlatması siyasal ya da herhangi bir toplumsal ayaklanma karşısındaki tek yıkılmaz ve fethedilmez kalenin ordu ve subay sınıfı olduğunun adeta karinesi oldu.Hatta Hareket Ordusu Kumandanı Mahmut Şevket Paşa 31 Mart sonrası göreve gelirken, sivil ve askerî otorite arasında bir tercih yapma durumunda kaldığında, İttihat ve Terakki’ye bile aldırmadan askerleri seçeceğini belli etmişti. Zira, artık kendisini ve temsil ettiği orduyu meşrutiyetin yegane savunucusu olarak görüyordu. Bu da Ahmet İzzet Paşa’nın ifadesiyle Paşa’yı “Meşrutiyetin ilk diktatörü” yapmıştı.Hasılı Osmanlı dönemi bir bütün olarak incelediğimizde ordunun Osmanlı toplumunun ürünü olduğu ve karşılığında da her türden “Osmanlı toplumsal tavrına karakteristik bir görünüm verdiği anlaşılır.” (s. 560). Turfan’ın bu tafsilatlı çalışması bize Osmanlı ordusu ve onun uzantısı olan Türk ulusal ordusunun hiçbir bir dönem siyasetin dışında kalmadığını son derece kompleks dinamikleri ve düğümleri tek tek çözerek net bir biçimde ortaya koymakta. Bu kitabın Jön Türkler’in ordu ile olan ilişkileri üzerine yazılmış en iyi çalışma olduğunu hiç çekinmeden söyleyebilirim.Bugün askerî vesayetin ve askerin siyaset üzerindeki yapılandırıcı ve kurucu etkisinin büyük ölçüde eridiği; Evren ve şürekâsının mahkûm edildiği bir dönemde olduğumuzu düşündüğümüzde Turfan’ın değerli çalışması bu sürecin tarihsel arkeolojisini ve izdüşümlerini anlamak adına anahtar niteliğinde.
- Advertisment -
Önceki İçerik