Falih Rıfkı’nın Pazar Konuşmaları’nı (Pozitif Yayınları) okumaya devam ediyorum. Kitapta, geçen hafta adını geçirdiğim Fıstık Altı yazısında herkesin kendine göre bir demokratlık tanımı yaparak aslında ortak bir özellik olarak baskıcı bir ideolojik tavra sahip oluşundan yakınıyor Falih Rıfkı. Yıl: 1946 (Yakınmak için neden bu kadar yıl beklediği elbette ayrıca sorgulanabilir ama bu durum söylediklerinin önemini azaltmaz hatta arttırır.)
Bu oldukça önemli bir konu çünkü gerçek anlamda demokratlık ne demektir sorusu üzerinde uzlaşılmış bir cevabımız var gibi gözükmüyor ve katı haldeki pek çok siyasi tartışmamızın altında da bu yatıyor. Herkes biraz kendine demokrat aslında ve bu durum demokrasiyi kendimize ait kıldığımız bir rejim haline getirmemizi engelliyor. Oldukça eski bir demokrasi geçmişimiz olmasına rağmen köklü bir demokrasi tarihimiz var mıdır sorusunun cevabı da büyük ölçüde burada gizli gibi gözüküyor.
Yazıda, Boğaziçi’nin açık tepelerinde, “fıstık çamının yayvan dalları altında” dört farklı ideolojiden insanı konuşturuyor Falih Rıfkı. Tahmin edilebileceği gibi bunlardan biri Rusyacı, bir diğeri “liberal gibi”, bir diğeri muhafazakâr ve sonuncusu da laik-sosyalist. Konuşma bir süre sonra tartışmaya döndüğünde gruptan biri Rusyacı olanı kastederek: “Bu Bolşevik’in fıstık ağacı altında ne işi var?” diye soruyor. Ötekilerden biri, “Siz demokrat değil misiniz?” diye karşılık verince adam, “Ben Bolşeviksiz demokrasinin demokratıyım” diyor. Bir diğeri, “Ben inkılapçı demokrasinin demokratıyım.” diye söze katılıyor (140).
Bunun üzerine, ilginç bir şekilde Bolşeviklikle suçlanan adam, “Siz hepiniz totalitersiniz. Demokrasinin başına ortasına ve altına bir kayıt kondu mu, o bir dikta demektir. Millet içinde on saylavlık komünist, yirmi saylavlık padişahçı, elli saylavlık halifeci, otuz saylavlık muhafazakâr, birkaç saylavlık inkılapçı varsa, parlamentoyu bunlar arasında bölmeli değil misiniz?” diyor (s.140).
Tartışma böylece sürüp gidince, bizim ülkemizin başkaca ülkelere ve demokrasilere benzemeyen kendi çok özel şartları olduğu ve buna bağlı olarak kendimize göre bir demokrasi anlayışımızın olmasının son derece doğal ve de gerekli olduğu fikri güçlü bir uzlaşma yaratıyor. Hatta içlerinden biri Amerika’yı örnek gösterecek gibi olunca öteki hemen atılarak: “İki yüz senelik Amerikan milleti ile iki bin yıllık Türk milletini nasıl birbiri ile ölçebilirmişsiniz! Amerikalı, daha çocuktur.” (s.143) diyor.
Ve sonra Falih Rıfkı nihai bir açıklama olarak kendi fikrini birine söyletiyor: “Biz bize benzeriz, ama demokrasi de yalnız demokrasiye benzemelidir. Onun hiçbir memleket için değişmez prensipleri vardır. Biz başka demokrasilere benzemeyiz demek anti-demokratiktir.” (s.144).
Fakat tartışma tekrar alevleniyor ve yazı, bu kez karşılıklı suçlamalarla son buluyor. “İrticai milli iradeci”, “tek partici”, “Bolşevik” vb. gibi sataşmalar havada uçuştuktan sonra yazı İstanbul yaz esintisine karışıyor.
Bu yazı bana birkaç nedenle hayli önemli görünüyor. Birincisi, gerçekten demokratlık tartışmasını artık liberal-demokrat, muhafazakâr demokrat ya da sosyal demokratlık üzerinden değil demokratlığı başa ve tireleri birbirinden farklı ideolojiler arasına koyarak yapmak fazlasıyla elzem görünüyor. Yani, demokrat-sosyalist, demokrat-muhafazakâr, demokrat liberal, demokrat milliyetçi başlangıç anlamlı ama artık o bile yeterli değil. Aksi halde, tıpkı bize göre bir demokrasi inşa edip hiç değişmeden ve demokrasinin hemen hiçbir temel niteliklerini taşımadan kendimize demokrasi diyebileceğimizi zannetmek gibi kendi ideolojilerimizi öne koyup buradan demokrasiye ulaşılır zannetmeye devam ediyoruz. Oysa demokrasi için ilk ve esas olan yalnızca çoğunluğun değil halkın her kesiminin yönetime katıldığı hissi taşımasıdır. Sanılanın aksine ideolojiler daha sonra ve ikincildir. Hatta şu bile söylenebilir ki demokrasiler, ideolojisiz rejimlerdir çünkü değişmezliği değil değişmeyi ve değiştirebilmeyi esas alırlar ve bu anlamda ideolojiler doğaları gereği zaman geçtikçe katılaşarak demokratik değişimin önünce sert birer engel oluştururlar. Demokratlığın ilk nişanesi ideoloji karşıtı olmaktır yani, ancak ondan sonra başına “demokratlık” konulabilecek bir siyasi görüş oluşturulabilir.
İdeolojilerin de demokratik olanı ve olmayanı vardır. Aynı ideoloji, örneğin muhafazakârlık, demokratik ülkelerde başka otoriter ülkelerde başka şekillerde kendini gösterir. Bu durum diğerleri için de ayniyle geçerlidir çünkü ideolojinin demokratik olup olmaması onun öteki ideolojilere nasıl baktığı ve nasıl ilişki kurduğunu belirler ve gerçek anlamda demokratlık, bütün ideolojilerde demokrasi için faydalı ve güçlü bir hakiki taraf olduğunu kabul eden bir anlayışa dayanır. Ve dahası, demokratik ülkelerde -totaliter ülkelerden farklı olarak- hiç kimse saf ve ayrışmış şekilde liberal, muhafazakâr, milliyetçi ve sosyalist değildir. Diğer bir deyişle, demokrasilerde insanlar aynı anda bunların hepsi olabilirler, çoğu zaman da böyledir zaten. Farkı yaratan şey hangi tarafın daha baskın ve belirleyici olduğuyla ilgilidir. Fakat, baskın olmayan diğerleri de sürekli olarak varlığını ve etkisini alttan alta hissettirir. Bu nedenle, bir kimsenin kendisini aynı anda sosyalist, liberal, muhafazakâr ve milliyetçi hissetmesi bir çelişki olmadığı gibi iyi bir demokrasi için fazlasıyla kritik bir önemdedir. Bunlardan birini hiç hissetmediğini söyleyen biri demokrat olma yolunda geride kalacak demektir. Bu nedenle, Parlamento demokrasilerin kalbidir çünkü bütün ideolojilerin aynı anda ve iç içe bir ilişkiyle var olabildiği tek yerdir. Parlamentoların zayıf olduğu demokrasilerde ideolojiler ayrışır ve saf bir hale ulaşmaya çalışır ancak bunun sonu, tehlikeli bir gerginlik kaynağıdır.
Fıstık altı konuşmalarının diğer bir önemli sonucu da bizim kendi şartlarımızın oluşuyla ilgilidir. Elbette demokrasiler kendi başlarına var olamazlar, farklı kültürel ve toplumsal şartlara tabidirler. Her millet başka başka bir demokrasi telakkisine sahiptir ve bunda garip olan bir şey yoktur. Fakat bu, bir öne koyup koymama meselesi değildir. Başka bir ifadeyle, demokrasinin ve demokratlığınızın önüne ülkenin kendine özgü şartlarını, örneğin güvenlik tehditlerini koyduğunuzda aslında belirli bir ideolojinin bütün diğer rakiplerine baskı kurmasına ve tek ayaklı bir demokrasi fikrine ulaşmış olursunuz çünkü demokrasiler iç tutarlılık üzerine kurulu rejimlerdir ve bu iç tutarlılığını bozmadığımız sürece sonuna kadar kendinize uydurmanızda bir sorun yoktur. Ancak bunun tersi de geçerlidir. Yani, iç tutarlılığını bozduğunuz takdirde ne kadar evrenselci bir bakışla ele alırsanız alın kendi yapısal sorunlarınızın parçası kılmış ve tanınmaz hale getirmiş olursunuz.
Bu iç tutarlılığın başında, farklı görüş ve ideolojilerin eşit oranda değiştirme ve şekillendirme fırsatına sahip oluşu gelir. Kendimize uydurduğumuz her demokratik durum, gerçekten de kaçınılmaz bir anti-demokratik uygulamadır çünkü bu temel ilkeyi yok eder. Doğan boşluğu ise korkularla ve her türlü savaşçı söylemlerle doldurarak bunun bir zorunluluk olduğunu kabul etmeye zorlar. Oysa demokrasilerin bir diğer temel ilkesi hiçbir şeyin zorunlu ve zorunluluk olmayışıyla ilgilidir.
Demokrasilerde, hiçbir görüş, düşünce, karar, adım, bakış açısı ve yaklaşım zorunlu -ve de vazgeçilmez- değildir. Pekâlâ başka türlüsü de mümkündür. Bu hissiyatın taze ve güçlü oluşu oldukça önemlidir. Seçeneğin teke düştüğü veya düşürüldüğü yerde yelpazeyi oluşturan ideolojiler de teke düşmüş demektir. İçlerinden biri gizlenerek kendi kendini zorunlu -ve de vazgeçilmez, aksi düşünülemez- hale getirmiştir.
Falih Rıfkı’nın bu tartışmayı ancak 1946’da yapabilmiş olması elbette son derece manidar ama demokrasilerin yine çok önemli bir diğer temeli olan, hiçbir şey için hiçbir zaman geç değildir çünkü bu rejimler hatalardan en fazla dönme imkânı barındıran rejimleridir düşüncesini hatırlar ve buradan bakarsak, geç bir tartışma olmadığı gibi belki de hayli erken bile bulmak mümkündür, kim bilir!