Bu soru sandığımızdan daha önemli olabilir. Çünkü bunu cevapladığımızda, bütün bir devlet mantığının nasıl işlediğini ve onun, siyasal değişime karşı nasıl bir karşı koymayla işlerin tanımlı bir düzen içerisinde yürümesini sağlandığını da açıkça görebiliriz.
Polislerin dünyaya baktıkları açı genellikle devlet tarafından uzun yıllar içerisindeki tecrübelere ve güvenlik gerekçesiyle oluşmuş olan hassasiyetlere göre sınırlandırılmış ve sabitlenmiştir. Olan bitenleri ‘tek bir açıdan’ görmek, ‘militer bir teşkilat’ olmanın gereği olarak kabul edilir. Zihinler, geçmişe dönük bir işleyişe sahiptir.
Polisler -bireysel olarak her zaman buna uygun düşünmeseler bile- kendilerini, dünyaya ve yaptıkları işe bu sınırlı sabit açıdan bakmak zorunda hissederler. Bunu, yaptıkları işin zorunlu ve olmazsa olmaz bir koşulu olarak görmeye yatkın hale gelecek bir ethosla eğitilirler. Bunun dışına çıkma ve başka açıların olabileceğini düşünme eğilimi gösteren bir polis memuru bu düşüncesini henüz dışavurmadan önce, kendi zihninde adını koyamadığı büyük bir baskı hisseder.
Devletine –ve dolayısıyla milletine- ‘ihanet’ etme ihtimali sürekli bir Demokles’in Kılıcı olarak fonda hemen kendini belli eder. Okuldaki hocalarının polislikle-ilişkili onca hayati konu yerine ‘vatan aşkıyla’ çektikleri nutuklar aklından gitmemektedir. Bu kadar çok insan sürekli böyle şeyleri tekrarladıklarına göre bunda küçük de olsa bir hakikat payı olabileceği düşüncesi hayatı bütüncül bir biçimde kavrayamayan genç memurların zihninde sürekli bir mücadelenin parçası haline gelir.
Bu insanlar hayatın içerisindeki acı realitelerden kaçtıkları için polis olmuşlardır çoğu kez ve bu nedenle hamasi de olsa idealizm gibi görünen tarafta yer almanın dayanılmaz çekiciliğiyle dünyayı görüp algıladıkları sınırlı açıyı ideal bir bakış açısı gibi görerek yaşadıkları çelişkilerin üstesinden gelmeye çalışmayı belki de yapılacak en iyi şey olarak benimsemişlerdir.
Tam bu noktada, vatan-millet edebiyatına dayalı hamasi milliyetçilik, kurtarıcı bir ideoloji olarak belirmiştir. Milli olan, hakim bir ideolojinin güvenlik temelinde resmi ideoloji haline getirilmesiyle tanımlanmış bir tür ulusal güvenlik ideolojisi olarak zor gücüyle kabul ettirilebilecek, ideoloji-üstü bir ethos’a dönüşmüştür.
Şunu da belirtmek gerekir ki polislerin baktıkları açı her ne kadar ulusal güvenlikten sorumlu akıl tarafından sabitlenmiş ve sınırlandırılmış olsa da zamanın ruhuna ve iktidarların özgürlükçü tavırlarına bağlı olarak artıp azalabilir. Genişleyip daralabilir. Fakat bu artıp azalma, hiçbir zaman bütünün kavranmasına izin verecek bir ölçüde değildir.
Olaylara, karşı ya da ters açıdan bakmak ise en özgürlükçü iktidarlar için bile kolay kolay elde edilemeyecek bir muktedirlik gerektirir. Polis de genellikle iktidarlara bu açıyı daha da daraltma tavsiyesinde bulunur. Böylelikle hem yapılan iş daha düşük bir beceriye ihtiyaç duyacağından yetersizlikler kolaylıkla örtülür hem de güvenlikçi bakış başat hale geleceğinden iktidardan bürokrasiye devşirilecek güç psişik durumlarına en uygun durum olmuş olur. İktidarlar bir kez bu sarmalın içine girdiklerinde apolitik bir güvenlik tanımı üzerinden bu oldukça sınırlandırılmış açıdan görülenin bütün resmi vereceği düşüncesi siyasetin tersine bir işleyişe bürünmesine kadar götürebilmektedir.
Bu dünya tümüyle verili olandan hareket eder. Neyin nasıl olduğu bilgisi evvelce polisin elinde bulunmaktadır ve yapılacak olan ‘basitçe’ buna uygun hareket etmeyenleri bulup çıkarma işidir. Kategorize etme rutin bir iş yapma biçimidir. Bunun bir tecrübe mesleği olduğu düşünülür ve karşılaşılan her yeni durumun eski tecrübelere bir biçimde uygun düşmesi beklenir. Büyük resim küçülerek resmi olana dönüşür.
Polisliğe adım atan insanların anlam çerçeveleri buna göre oluşur ve zaman içerisinde devletin çekirdek kodlarıyla birebir uyumlu bir meslek kültürü ortaya çıkar. Hal böyle olunca, siyasetin alanı güvenlik dışı kılınmış ve resmi alana nüfuz etmesine kapalı hale getirilmiş olur.
Buna bağlı olarak kapalı kapılar ardında iş yapma, olması gereken gibi görülür; açıklık ya da şefaflık gibi ilkelerin güvenlik riski taşıdığı topluma çoktan kabul ettirilmiş ve buna göre oluşan bilincin siyaset-dışı bir değişmezlik içerisinde kuşaktan kuşağa aktarılması için bütün önlemler alınmıştır.
Diğer deyişle, toplumun büyük çoğunluğu siyaset-dışı kılınmış resmi alanı resmin dışında bırakmış ve zamanla bu dışarıda bıraktığı kısmı istese de göremez olmuştur. İronik bir biçimde toplumun şeffaflığa ve açıklığa en fazla ihtiyaç duyduğu bu alan uzun yıllar kapalı kapılar ardından yönetildiğinden görünmezlik kazanmış, girilmez bir bölge olarak halka kapatılmıştır. (Görünmezlik kazanmış bir şeyi şeffaflaştırmanın ne kadar mümkün olabileceği de ayrı bir soru tabii!)
Bu dünya, polislere de kapalıdır aslında ama onlar kendilerini kapalı kapıların açılmamasını sağlamak gibi bir yere konumlandırdıklarından, içeride ne konuşulduğunu duyduklarını düşünürler. Konuşulanlar, birbirine geçmekte ve tam olarak anlaşılmayan bir kakafoni oluşturmaktadır ama bunun işin karmaşıklığından olduğuna inanarak bir süre kulak vermeyi bırakıp öylece kapıyı beklemeye devam etmektedirler.
Bu nedenle polisler, devletin siyaset-dışı kılınmış devlet çekirdeği ile siyasal toplum arasındaki arayüzü oluştururlar ve tam da bu yüzden hal ve hareketleri, tavır ve davranışları siyasal hükümetlerin bu ilişkide nerede durduğunu ele vericidir. Bu yüzden polisler, önemli bir İtalyan akademisyenin tabiriyle demokratik işleyişin ‘barometreler’i ya da bir başka Amerikalı yazarın sözleriyle ‘yürüyen Rorschach testleri’ gibidirler. Onların gözlerine iyi bakarsanız kapalı kapılar ardındaki sesleri –ya da Kafkaesk uğultuyu- duyarsınız.
Sosyologsa bunun tam tersine işler yapmaya çalışan kişiyi temsil eder. Olan bitenin ardını görmeye, işin içyüzünü açık etmeye ve konu ne olursa olsun görülebilecek maksimum açıdan bakmaya çalışmaktadır.
Bir sosyoloğun belki de en önemli vasfı, olan biteni verili/resmi bakış açısının dışından görebilme yetisine sahip olmaktır. Sosyolog, hiçbir konuyu devlet gibi ya da hükümetlerinin görülmesini istedikleri gibi görmek zorunda hissetmez kendisini. Söylenmeyenleri duymak, gösterilmeyenleri açık etmek ve toplumun dünyayı olabildiğince bütüncül bir yerden kavramasına imkân vermeye çalışmaktır amacı. Bu yüzden kolaylıkla bir ‘ajan’a da dönüşebilir tabii.
Onun işi her şeyin ötesinde, anlamaya çalışmaktadır. Kendisine anlatılanlar ya da gösterilenlerin anlamak için hiçbir zaman yeterli olmadığını bilmekte ve reel siyasetin dışındaki geniş siyasal alanın sınırlandırılmasının önüne geçmeye çalışmaktadır. Yaptığı şey, tek kelimeyle olan bitene ters açıyla bakmak, siyasi doğruculuğun ardında gizlenenleri bulmaya çalışmaktır. Polislerin önünde bekledikleri kapalı kapıların ardını görmek için dayanılmaz bir içgüdüsel tutku duymaktadır bu yüzden.
Bu nedenle, polisler için sosyologlar biraz ‘ters’ kişilerdir (‘cins’ mi deseydik). Üzerilerine ‘vazife olmayan’ işlere burnunu sokmayı pek seven ‘acayip’ tiplerdir. Eleştirel düşüncenin solun tekelinde olduğuna dönük bir bakış açısınından hareketle bu insanların neredeyse hepsinin solcu ya da Marksist olduğunu düşünmektedirler. Bu insanlar, devleti zayıflatmak istemekte, suçlulara ‘arka çıkmakta’ ve devlet sırlarını açık etmeye çalışmaktadırlar. En kötüsü de polislerden nefret ettiklerini düşünmektedirler.
Polislerin sosyologlara olan bu bakışı bir bakıma doğrudur çünkü onların bir çoğu gerçekten de tersten bakan ve devlet karşısında toplumu savunan kişilerdir. Devletin değişmez tanımlarına itiraz etmekte ve yasaların meşrulukla aynileşmesinin önüne geçmeye çalışmaktadırlar. Polisin sınırlı bakış açısının toplumun kendi kendini var edip dönüştürme gücünü sınırlandırıcı olduğunu bilmekte ve siyasallığın daralmasının devletin güç kaybı demek olduğunu bilmektedirler.
Başa dönüp soracak olursak, polisler neden sosyologlardan nefret ederler? Çünkü, aksi takdirde bütün bir devletin işleyiş mantığına ters hareket etmek ve kaçıp geldikleri onca realiteyle yüzleşmek zorunda kalacaklardır. Kendileri gibi bakmayan insanların ne dediklerine kulak vermek ve bunu yaparken küçük de olsa kapalı kapılar ardındaki duyma ihtimallerini de kaybedecek ve büyük bir boşluğa düşeceklerdir. Ondansa, sınırlı açıyı idealize etmek ve sosyolojik bilgiyi kriminolojiye çevirmek daha konforlu ve düşünsel olarak daha kolay ulaşılan bir sonuçtur. Oysa polis, ‘ne’ değil ‘nasıl’ sorusunun cevabıdır ve polislik işi –tıpkı devlet gibi- sonuç değil süreçtir.
Bütünü içine alan, siyasal sınırları sürekli genişleten ve böylelikle toplumun büyük resmi kavramasına imkân veren bir iradeyi emniyet altına almak yerine herkesi ve her kesimi sınırlı bir açıdan görülen alana toplayıp homojenize etmeye çalışmak ve sonrasında da bilinmeyen, bilgi sahibi olunmayan kapalı bir dünyadan gelen puslu bir sese göre aynı şekilde düşünüp benzer şekilde davranmalarını sağlamaya çalışmak için buna uymayan insanlara güçlü bir nefret duymak gerekir. İnsanlar için özgürce ve korkusuzca yaşanan güvenli sivil bir ülke kurmak yerine herkesi resmi hizmete mahsus hale getirmek için bayağı militarist bir milliyetçilikle sürekli düşman yaratmak ve bitmez bir karşıtlık ilişkisi kurmak gerekir.
Bu kapıların ardında büyük bir gizlilik ve sessizlik içerisinde konuşulduğuna göre pek mühim şeyler söyleniyor olmalıdır. Polislerin genel ruh hali bir tür koruma polisininki gibidir. Korudukları kişi önemsiz bir bürokrat bile olsa dünyanın en önemli kişisi gibi görme eğilimi kendini gösterir. Aksi halde bütün özgürlüklerini küçük bir karşılıkla değiştirmek gibi bir değersizleşme kaçınılmaz olur. Bundansa, dünyanın en önemli kişisini korumaktan ve onun en yakınında olmaktan gelen bir kendini yüceltme hali egoya daha iyi gelmektedir.
Özetle bu iş, hukuktan çok iktidarla ilişkili bir iştir ve böylesi bir polisliğin mümkün olması için gerçekliğin büyük ölçüde yitirilmesiyle gerekmektedir. Bir sosyolog içinse yitirilen gerçeklik asıl gerçeğin ta kendisidir ve en önemli çalışma konusu bizatihi iktidarın kendisidir. Polisler neden sosyologlardan nefret etmektedirler peki? Aksi halde aşık olmaktan korktukları içindir belki de…
Not: Bu yazıya, Peter L. Berger’in Türkçe’de bu hafta yayımlanan harika kitabı Sosyolojiye Çağrı kitabının ilham verdiğini belirtmek isterim. Sosyolojinin ne denli önemli ve de gerekli bir çalışma alanı olduğunu derinlikli bir şekilde anlamak isteyen herkese de kitabı kuvvetle öneririm.