Popülist-otoriter liderler hakkındaki en yaygın yanlışlardan biri, onların yaptıklarına ve söylediklerine gerçekte inanmadıklarıdır. Bu kanaat sahiplerine göre, popülist liderler kendileri de ‘cahil’ olduğu için ‘cahil halk’ın düzeyine inebildikleri; onların eğilimlerini isabetli bir biçimde tespit edebildikleri; bu sayede onların aklını çelebilecek bir siyaset dili geliştirebildikleri için, seçimlerde başarıya ulaşmaktadır.
Popülist-otoriter liderler burada tarif edilen ‘yeteneklere’ tabii ki sahipler, fakat bu, onların söylediklerine, savunduklarına gerçekte inanmadıkları anlamına gelmez.
Tek tek gözünüzün önüne getirin isterseniz; bunların hepsi de egoları yüksek, akıllarının her şeye yetebileceğine inanan -hakikaten inanan- insanlar. Böyle insanların inanmadıkları bir şeyi sırf ‘taktik’ amaçlarla savunabileceklerini düşünmek, her şeyden önce temel psikolojik kabullere uymaz.
Hayır, söylediklerine, savunduklarına inanırlar, hattâ giderek daha çok inanırlar ve zamanla kendi akıllarının her şeye yettiğine inanma aşamasına ulaştıklarında,bir zamanlar yanlarında bulunan, danışıp fikir aldıkları yol arkadaşlarına ihtiyaçlarının kalmadığını düşünmeye başlarlar.
Artık etraflarında, birlikte yol yürünen arkadaşlar değil, sadece danışmanlar vardır. Danışmanların sayısının artması, liderin daha fazla insana danışma ihtiyacı duyduğu anlamına gelmez. Böyle bir tablo (a) liderin, geliştirdiği fikirleri onaylayacak, ona hayranlığını belirtecek daha fazla insanı yanında bulundurma ihtiyacıyla ve (b) maddi taltif üzerinden markaj beklentisiyle açıklanabilir.
… Ve öyle bir nokta gelir ki, lider danışmanlarından sadece onay sözcükleri duymak ister. Liderin, yanlışlığı apaçık sözlerinin ve davranışlarının -danışmanların düşüncesi de o yönde olsa dahi- lidere söylenemediği aşamadır bu.
Bu aşamanın bir tezahürü de, etrafındaki herkesin liderin adını anmaksızın herhangi bir başarıdan söz edememesidir. Artık liderin yanaşacak limanı kalmamıştır.
Danışmanlar tabii ki Erdoğan’ın çay atmaktan vazgeçmesini istiyordur…
Popülist-otoriter liderlerin, yaptıklarının doğruluğuna, bırakın inanmamayı, bir noktadan sonra onların doğru olmayabileceğinin söylenmesine dahi tahammüllerinin olmadığını, dolayısıyla da kimsenin bu cesareti gösteremediğini kendi ülkemiz üzerinden örnekleyelim.
Son günlerin en popüler konusu, şu çay atma meselesi… Önce selin vurduğu çay memleketi Rize’de, ardından onu da aşan bir negatif performans olarak yangın yerlerinde…
Bu performansın tuhaf ve yanlış olduğu o kadar âşikârdı ki, Twitter’daki Erdoğan hayranları bile neredeyse yalvaran ifadelerle Cumhurbaşkanının bu işi artık sonlandırması gerektiğini yazdı.
Serbestiyet’te bunun haberini okumuştunuz; birkaç örneği hatırlamak için buraya da alıyorum:
“Sayın Cumhurbaşkanım, artık, şu halka açık konuşmalarınızda ‘çay atma’ işine bir son verseniz diyorum, hiç hoş olmuyor. Birazcık, sosyolojik bir araştırma yaptırdığınızda, hiç hoş karşılanmadığını göreceksiniz.”
“Sayın cumhurbaşkanım. Gerçekten ziyaretlerinizde şu çay atma işi çok itici oluyor. Bu işe bir son verseniz.”
“Sayın Cumhurbaşkanım, rica ediyorum insanlara çay atmayı bırakın artık. Yani size bunu yapmanız doğru değil diyen hiç kimse yok mu yanınızda bilmiyorum ya da söylüyorlar da siz mi inat ediyorsunuz anlamıyorum ama bunu daha fazla yapmayın lütfen.”
En güzeli bu sonuncusu bence. Sahibi iki ihtimal saymış ama galip ihtimali ıskalamış: Cumhurbaşkanının etrafında “bunu yapmanız doğru değil” demek isteyenler mutlaka vardır, eminim sayıları da çoktur, ama bunu söylemek hiç kolay değil.
Üçüncü tweette dile getirilen soru, muhalefet safındaki tartışmacıların da favori sorusuydu. Onlar da performansın ‘akıl dışılığını’, ‘iktidar partisi aleyhine işlediğinin apaçıklığını’ tespit ettikten sonra genellikle şu sonuca vardılar. Demek ki sadece Erdoğan değil, danışmanlar da gerçeklikten kopmuştu, hepsi birden kendi kurguladıkları bir ‘gerçeğin’ içinde akıl yürütüyorlardı.
Bence bu yaklaşım da gerçek durumu izahtan çok uzak. O kadar da değil; bu yaklaşım sahiplerinin hiç şüphesi olmasın, danışmanların neredeyse tamamı çay atmanın yanlışlığı konusunda kuşku duymuyordur, fakat aralarından birinin bile bunu ‘danışan’a ifade ettiğini sanmıyorum.
AK Partililer bundan beş-altı yıl öncesine kadar, Erdoğan’ın karar ve tespitlerinin ‘pratik’ tarafından defalarca doğrulandığı için artık onun karar ve tespitlerini sorgulamamayı öğrendiklerini söylerlerdi: “Yanlış diye itiraz ettiğimiz birçok konuda tam tersini yaptı ve her seferinde haklı çıktı…”
Fakat son yıllarda, başta İstanbul’daki seçimin tekrarı olmak üzere yanlışlığı pratik tarafından ‘doğrulanan’ çok sayıda Erdoğan kararı bu inancı yok etmiş olmalı.
Erdoğan şayet, kendi kararlarıyla ilgili olarak birilerinin yanaşıp “ama efendim” diyemeyeceği bir psikolojiyi oturtamamış olsaydı, işler onun için hiç kolay olmayacaktı. Fakat bunu başarmış durumda.
Soytarılık kurumu işte bunun için vardı ve çok önemli bir işlev görüyordu
Bu aralar Cemal Tunçdemir’in Amerika Günlüğü’nde yayımlanmış eski yazılarını okuyorum. Çoğu bende, günümüzde dair çağrışımlar uyandırıyor, o çağrışımın etrafında bir şeyler yazmaya heveslendiriyor.
Geçtiğimiz günlerde, aHaber’de Cumhurbaşkanı’na soru soruyormuş gibi yapan gazetecileri izledikten sonra Tunçdemir’in “Soru soran bir gazeteci: Helen Thomas” yazısını okumuş, ardından da “Helen Thomas ve bizimkiler” başlıklı bir analiz yazmıştım Serbestiyet’te.
Şu okumakta olduğunuz yazıyı da Cemal Tunçdemir’in tarihte soytarılık kurumu hakkındaki makalesinin verdiği ilhamla kaleme almaya karar verdim.
Tunçdemir, makalesinde, Nixon’ı Watergate skandalına batıran danışmanların rolünü aktardıktan sonra, ABD Başkanı’nın -tarihteki kurumsal anlamında- bir soytarıya sahip olsaydı, kendisini başına gelenlerden esirgeyebileceğini anlatıyordu.
O makaleden bir alıntıyla bitiriyorum:
“Bazı tarihçiler der ki, eğer Nixon ona duymak istediğini söyleyen ‘danışman’ yerine gerçeği konuşacak bir danışman türüne sahip olsaydı bu akıbeti yaşamayabilirdi. Yüzyıllarca Avrupalı, Ortadoğulu, Hintli ve Çinli hükümdarlarını vahim yanlışlarına karşı uyarmış bir danışman türüne… Yani bir ‘soytarı’ya…
“Gündelik yaşamdaki kullanımımıza bakarak denebilir ki ‘soytarı’ çok yanlış tanıdığımız bir karakter. Sorun, sanıldığının aksine aslında ‘soytarı’ gibi soytarıların olmaması olabilir.
“(…)
“(Soytarı) düzenle kaos arasındaki çok ince, kılıçtan keskince bir çizgide görev yapardı. Çünkü en önemli görevi, kimsenin yüzüne karşı gerçekleri konuşamayacağı kişiye (kral, derebey, hükümdar vs) doğruları söylemekti.
“(…)
“Soytarılar, ciddi politik kararlarda bile kimsenin konuşmak istemediği gerçeği dile getirebilirdi. 1386 yılında Avusturya Dükü, komşu İsviçre’ye girme kararını özel savaş konseyinde tartışmaya açtı. Bütün konsey üyeleri kararın ne kadar cesurca, kahramanca ve doğru olduğunu söyleyerek alkışlıyor ve İsviçre’ye girmenin yolları üzerine kafa yoruyordu. Gerçeği konuşmak Dük’ün yanı başında oturan soytarıya düşecekti: ’Sizi ahmaklar, hepiniz İsviçre’ye nasıl gireceğinizi biliyorsunuz da, bir taneniz bile geri nasıl çıkabileceğimizi söylemiyor..!’
“(…)
“Dalkavuklar, şaklabanlar bir devlet, bir toplum ve bir hüküm sahibi için, kanser hücresi gibidirler. Yedikleriyle hızla büyüyüp yayılırken, toplumu, devleti veya muktediri kaçınılmaz tükenişe sürüklerler. İşte bu nedenle kadim zamanlarda bilge kralın yüzüne çıplak gerçekleri söyleyecek soytarısı olurdu, dar görüşlü ahmak kralın ise sadece duymak istediklerini konuşan dalkavuğu ve şakşakçıları…”