Görünen o ki popülist siyaset, giderek artan bir biçimde toplumsal hayatı ve gündelik yaşantımızı etkiler hale gelmekte. Dünyanın her yerinde yükselişe geçen bir popülizmden söz edilmekte. İspanya’daki Podemos’dan Evo Morales’e, Yunaistan’daki Syriza’dan Hugo Chávez’e, Marine Le Pen’den Bernie Sanders’e ve elbette Trump’a kadar hem sağdan hem soldan partilerin, rejimin demokratik veya otoriter olup olmamasına bakmaksızın, popülist siyasetle sürpriz sonuçlara imza atarak iktidarı devraldıkları bir zamandayız. Bulgar siyaset bilimci Ivan Krastev’in ifadesiyle belki de artık bir “popülizm çağı”nda yaşamaktayız.
AK Parti de bu tarışmalardan muaf değil elbette — ve muaf olmadığı gibi, literatürde farklı bir popülizm örneği olarak atıflar yapılan bir siyasal iktidarı temsil ediyor. Popülizm tartışmalarıyla ülkemizdeki başkanlık tartışmalarını birbirinden ayrı düşünmek de zor. O halde, bizdeki ve dünyadaki popülizm tartışmalarına biraz daha yakından bakmakta; bunu yaparken popülizmi ya da popülist siyaseti, anlaşılan ve anlaşılması gereken şekliyle ayrı ayrı ele almakta yarar var.
Popülizm, uzun süreye yayılan bir hayal kırıklığı içindeki öfkeli geniş kitlelerin, yerleşik düzenden yana yönetimlere karşı duygusal ayaklanmasını ifade eder şekilde anlaşılıyor. Hakkının yendiğini, sözünün dinlenmediğini ve taleplerine kulak verilmediğini düşünen geniş kesimler, kendi iradesinin aracısız bir şekilde yönetime yansıtılmasının önünde engel olarak gördüğü “kurulu” olan ne varsa yıkıp yeniden kurma ve yeniden tanımlama yönünde güçlü bir istek ve irade ortaya koyuyor.
Bu duyguları ve iradeyi üzerinde toplayan bir parti, “bütün” bir milletin ya da halkın “gerçek” arzu ve taleplerinin “yegâne” tamsilcisi olarak ortaya çıkıyor ve iktidarı elde ettikten sonra, orada kalıcı hale gelebilmek için sürekli olarak bulunduğu yerde bir huzursuzluk hissetmesi, kurulu olanla hiçbir zaman barışıklık göstermemesi ve devamlı olarak kendi yönettiği bir sistemle “kavgalı” bir görüntü vermesi gerekiyor. Doğası gereği güvensizlik temelinde kendini yeniden üretiyor. Seçimler, yönetim hakkı kazanmanın başlangıcı olmaktan çok kafalardaki bütün bir yapılacaklar (ya da yıkılacaklar!) listesinin siyasetçilerin cebine konduğu geçiş ritüellerine dönüşüyor.
Popülist siyaset, daha önce engel olarak gördüğü kurumları yeniden tanımlayıp uzun süre istediği gibi yönetse ve “olması gereken” şekle soksa bile, yeni durumun yerleşik hale gelmesine izin vermemesi; kısa zaman aralıkları içerisinde yenilenme gibi bir kısır döngüyü siyasal bir enerjiye tahvil etmesi gerekiyor. Bu anlamda denebilir ki popülist siyaset, kendi iç huzursuzluğundan beslenen ve sistemi bu huzursuzlukla sürekli sarsarak yerleşiklik kazanmasına izin vermeyen bir iç çelişki ve gariplik taşıyor. Bu yenilenme hercümercinde “yeni” gibi gözükmeyen ne varsa eski gibi geliyor ve henüz yıkılamamış bir geçmişin sembolü gibi bir rahatsız edicilik üretiyor.
Popülist siyaset, kitleleri peşinden sürüklüyor, evet — ama sonra, bu büyük selin önüne geçilmez gücüne kendisi de kapılıp kontrolü kolaylıkla kaybedebiliyor. Rasyonel politikaları ve gerçek anlamda demokratik projeksiyonları olsa bile, yaşanan bu duygu seli dizginlenemediği için bütün bunların hayata geçirilmesi ya mümkün olmuyor ya da istendiği gibi olamıyor. Bu siyaset kapılıp gitme şeklinde kendini gösterdiğinden, aceleci ve durmaksızın yola devam edilmesini gerektirdiğinden, çoğu zaman sakin kafayla uzun uzadıya plan-program yapmaya da izin vermiyor; göçün her zaman yolda dizilmesi gerekiyor. Yeni çıkarılan yasalarda ya da hayata geçirilen icraatta hep bir “yeterince iyi düşünülmemişlik” hali gözlenebiliyor. Bütün duygusal karşıtlık enerjisi yıkmaya ve ortadan kaldırmaya yoğunlaştığından, sonrasında ne yapılacağına dair yeterli bir derinleşme imkânı doğamıyor ve işin kötüsü, bu o kadar da önemsenmiyor. “Ne kötü olsa” eski halinden daha iyi olacağına olan güçlü inanç, daha incelikli bir yönetimin doğmasını ihtiyaç olmaktan çıkarıyor.
Bu öyle bir kapılma ki, içinde geri adım atma, dönüp hataları sorgulama ve geçmişten ders alma gibi çözümleri barındırmıyor. Ancak ve sadece geleceğe bakarak varlığını sürdürebiliyor; yapılan hataların birer yol kazasından ibaret kaldığı düşünülüyor ve yerleşik düzenin topyekûn yıkılması esnasında oluşan toz-duman arasında fazla da görünür olmayacağı biliniyor. Sonucun ne olacağı bilinmese de, popülist enerji gidişatı bizatihi sonuç haline getiriyor. Mesele, işin sonuçta nereye varacağından çıkmış oluyor. Gerçek anlamda siyaset “işin nereye varacağını” öngörme sanatıysa eğer, popülist siyaset, “iş nereye varırsa varsın”ın öngörülemezliğiyle tezahür ediyor.
Bu gerçekleştiğinde, gerçek anlamda halkın olduğu ile olmak istediği arasındaki mesafeyi kapatan politikalar toplamı demek olan siyaset, idealizmini kaybederek kurnaz bir realizm içine düşüyor. Yönetenler, olmak istenilene giden yolda önderler olmaktan çıkarak “halkının sesi”nden ibaret hale geliyor; talep ve beklentileri aynen benimserken, toplumsal hastalıklar ve değiştirilmesi gereken kötücül özelliklerle de aynılaşıyor.
Elbette siyasetin olmak istenene götüren olması “halk için halka rağmen” izlenecek politikalara da izin veren bir mahiyet taşıyor; ama rejimin gerçek anlamda demokratik olması, bu amacın aşağıdan yukarı bir seyir izlemesinin sigortası oluyor. Değilse, bu “halkın sesi” olma hali, farklı veya karşı sesleri bastırmaya ya da en azından duyulmaz kılmaya yöneliyor. Kendi sesinden başkasını duyamaz bir gürültünün içinden siyaset üretiliyor.
Popülist siyaset yapanlar, tarihsel olarak yaşanan haksızlıklarla hesaplaştıklarından, mevcut durumun ötesinde bir millet ya da halk tasavvuruyla hareket ediyorlar ve böyle olduğunda, iktidardaki bir parti kendisini sadece çoğunluğun ya da mevcut zamanın değil, bütün bunları aşan bir “dâvâ”nın sembolü olarak görebiliyor. Demokratik siyasal özne, tekil birey olmaktan çıkıp “çoğul”laşıyor. Öznenin çoğullaşması kaçınılmaz olarak daha otoriter bir yönetim doğuruyor.
Millet ya da halk diye ifade edilen “kitle,” farklılıkları silinmiş, yeknesak bir çoğul küme haline geliyor. Burada siyaset yapanlar, kimin için siyaset yaptıklarına baktıklarında, somut ve yaşayan tekil insanlar yerine , gerçek hayat içinde bulunması mümkün olmayan “fiktif” ve “ideal” tiplerin meydana getirdiği büyük bir birliktelik görmeye başlıyorlar. Aslında bunun ileri boyutu bir tür “romantik sanrı” halidir ve olgunluk dönemlerine geçememenin işaretidir.
Popülist siyasetçiler, çoğu zaman, halkın iradesinin tecessüm etmiş hali olarak kendilerini görüyorlar ve o noktadan sonra, her zaman halka rağmen olmasa da daima “halk için” hareket ediyor olma bilinci, kurnaz realizmin içinde eritilen örtük bir “rağmenlik” içerir hale geliyor. Bu esnada, kaybedilen devlet yönetiminin ahlâkî temeli de bir kez daha tarihsel adaletsizlik duygularının canlandırılması ve oradan devşirilen ahlâkî bir temsilciliğin kuşanılması yoluyla yeniden güçlendiriliyor. Oysa herkes biliyor ki gelecek için böyle bir ahlâkî temel ve dayanak üretmek her geçen gün zorlaşıyor; ama geçmiş bütün bunları görmeyi engelleyecek kadar güçlü bir yön verici kaynak oluyor.
Bir yandan da bu bakış çoğulculukla uzlaşamadığından ve öteki siyasal partiler üzerinde hegemonik bir baskı kurulduğundan, doğan boşluğu kapatmak için savunulan dâvâ (her neyse) devletin resmi ideolojisi haline getiriliyor. Popülizmi doğuran enerji aslında duygusal bir boşalmayla kolayca kaybolabilecek bir yüzer-gezerlik içerdiğinden, sürekli bir karşıtlık ortamına ve çatışmacı bir “kafa tutma”ya ihtiyaç duyuluyor. Bu enerjinin canlı ve iktidarı besleyici olabilmesi için her defasında bu karşıtlık ve “kafa tutma”nın dozunun arttırılması gerekiyor. Dolayısıyla bu durum giderek “düşmanlaştırıcı” bir siyaset halini alabiliyor.
İç ve dış düşmanlar “sürekli” kılındığında ise, popülizmin ihtiyaç duyduğu enerji ve geri besleme sürdürülebilir kılınmış oluyor. Her türlü mağduriyet, ezilmişlik ve kötücül hasımlık kimlikleşip kemikleşiyor. Uyuşmaz gibi görünen özellikler “tek” bir kimlik etrafında yeniden düzenleniyor ve bu süreç safları kaçınılmaz biçimde sıklaştırıyor. Popülizm için öncelik kurumların nasıl olacağından çok nasıl olmaması gerektiği ve kavgalı olunan “kurulu yapı”ların yıkılması olduğundan, atamalar liyakat yerine bu iradeyi yansıtanlar arasından yapılıyor.
Oysa basitçe şunu biliyoruz ki demokrasilerde saflar biraz gevşektir. Çünkü gerçek anlamda siyaset, bir yenme-yenilme oyunu ya da altedip yoketme savaşı değil, siyasal bir toplumun kendi kendini var etme iradesinin bütün bir geçmiş ve gelecek tasavvurunu politika olarak bugüne dönüştürmesidir. Sonuna kadar fikir özgürlüğü ve serbest tartışma gerektirir. Tutumlar ve konumlar arasındaki geçirgenlikler total bir kapalılığın oluşmasını engelleyen hava kanalları gibidir. Neyin nasıl yapılacağı önceden bilinen şeyler değil, üzerinde uzun uzun düşünülmesi, çoğu kez icat edilmesi gereken şeylerdir. Siyasal özgürlükler ve hür düşünce, demokratik bir toplum için su gibi, hava gibi varoluşsal gerekliliklerdir.
Değilse, popülizmin seli önüne geleni, nerede bırakacağı belli olmayan bir yere kadar sürükler. Daha acısı ise bu tür yerlerde siyasetin, sürüklenmekten gelen büyük yıkıcı enerjiyi siyasal iktidar olmakla karıştıran bir yeni yetme takımının yenme-yenilme oyununa, altedip yok etme savaşına dönüşmesi; toplumun düşünenleri açısından akıntıya karşı kürek çekmenin hiç olmadığı kadar zorlaşmasıdır. Bir yenme-yenilme oyunu olmadığından, gerçek anlamda demokratik siyasetin kaybedeni yoktur. Oysa tam bir altedip yok etme savaşı gibi gözüken popülizmde, unutmamak gerekir ki kazanan yoktur.
Popülist siyasetin seline kapılmak olan biteni ancak sular çekildiğince anlayacak olmaktır.