Ana SayfaYazarlarPost-truth (gerçek sonrası) 1

Post-truth (gerçek sonrası) 1

 

[5 Kasım 2017] Çeşitli vesilelerle belirtmiş olmalıyım; ben o kadar yakından, bire bir takip etmiyorum, basını ve güncel olayları. Aslen gazeteci değilim; gazeteci-yazarlık değil, adını bilmediğim başka bir şey yapmaya çalışıyorum. Her şeyi izlemeye kalksam asıl işimden kalırım. Genel bir fikir edinmekle yetiniyorum çoğu zaman. Herhangi bir olay çok ilgimi çekerse, sadece o zaman daha yakından eğilip  ayrıntılarıyla öğrenmek ihtiyacını duyuyorum.

Bir dizi dâvâ (veya etrafında gürültü koparılan, ancak hukuka intikal etmeyen iddia) için de böyle oldu. Örneğin Cumhuriyet gazetecileri hakkında; 15 Temmuz darbesiyle  aynı günlerde Büyükada’da cereyan eden bir toplantı hakkında;  sonra gene Büyükada’da tutuklanan insan hakları aktivistleri hakkında; nihayet Osman Kavala hakkında yazılıp çizilenler ve (üçü için) düzenlenen iddianamelerle de, hiç olmazsa bir süre böyle bir mesafe koydum arama. Hepsinin çürük olduğunu algıladım. Medyanın iyice felâket bir yayın yaptığını algıladım. Bu kadarı yetti de arttı bile. Her günümü ve gecemi sinir krizleri içinde geçirmek istemiyorum. 

Ama sonunda, öyle oldu ister istemez. Diyelim sahilde dizlerime kadar suya girmişim; biraz durup denizi seyretmek istiyorum. Ansızın, nereden çıktığı belli olmayan dalgalar patlıyor üstümde; ayaklarım yerden kesiliyor, sular çekilirken ben de dipteki ters akıntıyla açıklara sürükleniyorum. Çırpınıyorum, satha çıkabilmek için. Boğulacak gibi oluyorum.

 

İnsan hakları aktivistlerinden Osman Kavala’ya, büyüdükçe büyüyor sorun. Post-truth (gerçek sonrası) deniyor ya; galiba bize “gerçek sonrası”nı mevhum bir uluslararası “üst akıl” değil, daha çok içeride ve burnumuzun dibindeki bir güç veya odak yaşatıyor. En son, Serbestiyet’te Alper Görmüş’ün Büyükada ajanları” gazeteciliği: Ayrıntılı döküm (30 Eylül), Hürriyet’te Sedat Ergin’in Osman Kavala neden tutuklandı (3 Kasım) ve Güneşin doğudan battığına inanmak (4 Kasım); Karar’dan naklen gene Serbestiyet’te Yıldıray Oğur’un Devam filmi: Büyükada-2 (4 Kasım) yazılarını okudum. Bilmediğim öyle detaylar öğrendim ki, aklım durdu. İnanayım mı, ya da artık neye inanayım, doğrusu bilemiyorum.  Tekrar pahasına, tek tek sormak ihtiyacını duyuyorum: Bunlar aynen böyle oldu mu; böyle şeyler yazıldı ve söylendi mi gerçekten? Biri çıkıp hayır, öyle değil dese veya başka türlü bir açıklamada bulunsa  (hiç böyle şeyler yaşanmamış gibi davranılmasa) gerçekten çok memnun olacağım. Kolaylık olsun diye, düşünce ve endişelerimi bir sorular-cevaplar dizisi biçiminde sunuyorum.        

I. İlk Büyükada toplantısı (15 Temmuz darbesi sırasında)

I.1. Neydi? İstanbul Kültür Üniversitesi Küresel Siyasal Eğilimler Merkezi (GPoT Center) ile Washington merkezli Woodrow Wilson International Center for Scholars Ortadoğu Programı’nın düzenlediği, İran ve Komşuları adlı bir çalıştaydı. Programı aylar önceden belli olmuş, tarihi bir kez ertelenmişti. Amacı, “2015 Temmuz ayında İran ile varılan nükleer anlaşmanın birinci yıldönümünde, İran ve bölgedeki gelişmeleri konuşmak”tı. Çalıştay gizli değildi, haberleri GpOT’UN sitesinde de duyurulmuştu. İki günlük çalıştaya üçü Türk, dokuzu yabancı toplam 12 İran uzmanı katıldı. Otelde, bu uzmanların bazılarının eşleri ve nişanlılarıyla birlikte toplam 21 misafir vardı. Katılımcılar 15 Temmuz günü otele girdi, doğrudan polisin görebildiği kayıtlarını yaptırdı ve odalarına yerleşti. Gece darbe haberi gece gelince de durum değerlendirildi; Afganistan, Irak ve ABD’den gelen misafirler düşünülerek çalıştay iptal edilmedi. Ertesi günkü toplantının açılında , ev sahibi GPOT’un başkanı Prof. Mensur Akgün darbeyi kınayan bir konuşma yaptı; sonra da iki gün boyunca planlanan altı oturum gerçekleşti. Yurtdışından gelen katılımcılar, toplantıların ardından sorunsuz olarak ülkelerine geri döndü. Kimsede, darbeyle ilişkiliymişler de bu yüzden kçışıyorlarmış gibi en ufak bir telâş görülmedi. (Özetin kaynağı: Yıldıray Oğur, adı geçen yazı, 4 Kasım 2017).

 

I.2. Doğru mu? Bunlar ampirik bilgiler. Aksi varit mi? Böyle oldu mu, olmadı mı? Bugün, şu noktada, var mı “hayır, böyle olmadı” diyecek? Her türlü medyada yazıp çizenler, konuşanlar, yorumcular, haber müdürleri, yazı işleri müdürleri ve genel yayın yönetmenleri olarak, az buçuk anlaşabilir miyiz, bu gerçekler üzerinde?

 

I.3. Darbe sonrasında bu çalıştay yargının ve polisin bağımsız, dolaysız biçimde dikkatini çekti mi? Hayır. Başlarda ve bir süre, söz konusu çalıştay hiçbir şüpheye konu değildi.

 

I.4. Öyleyse nasıl gündeme geldi? Kim getirdi? Darbeden beş gün sonra (ilginçtir; hükümet medyasında değil de tam tersine, aşırı hükümet karşıtı ve ulusalcı medyada) çıkan bir köşe yazısında, “Ilımlı İslam teorisyenlerinden Henri Barkey darbe gecesi İstanbul Büyükada Splendid Palace’da konuktu. Niye acaba?” sorusu yer aldı. Toplantı da, ismi Osman Kavala’nın tutuklanmasına kadar uzanan Henri Barkey de, ilk bu yazıyla gündeme geldi. Yazıda Barkey’e, “ılımlı İslam teorisyenliği”nin yanı sıra, 2007’de Barkey’in tam zıddı çizgideki (Cumhuriyetçi) Hudson Enstitüsü’nde, enstitünün Türkiye’deki ulusalcılara yakın uzmanı Zeyno Baran tarafından organize edilen, iki Türk subayın da katıldığı ve Türkiye’de kaos ihtimallerinin masaya yatırıldığı ünlü bir toplantının organizatörlüğü de yıkılmıştı. Yazı “Erdoğan soğuk savaş ürünü Amerikancı-Suudi düşünce kirliliğinden kurtulmalı ve Atatürkçü-bağımsızlıkçı subayları etkin görevlere getirmelidir” cümlesiyle son buluyordu (bkz Yıldıray Oğur, a.g.y., 4 Kasım 2017).

 

I.5. Siyasî çizgi kaymaları açısından ilginç değil mi? Son yazımda çeşitli “komplo teorileri”nden söz etmiştim. Bu ilk yazı, acaba AK Parti’yi ulusalcılığın kucağın çekme manevrasının, AKP ve medyası dışından atılan işaret fişeklerinden biri miydi?

 

I.6. İktidar medyası ne zaman ve nasıl devreye girdi? Bundan sonra çalıştayın suçlanmasına, hem de yarış arabası reklâmlarındaki gibi beş saniyede 0’dan 100 kilometreye çıkarcasına suçlanmasına, maalesef iktidar medyası önayak oldu. İlk defa 3 Ağustos 2016 tarihli bir gazete manşetinde, Splendid Otel’deki çalıştay bir darbe toplantısı gibi sunuldu. “Gizlice özel bir tekneyle Büyükada’ya gelen 10’u yabancı 16 isim, burada da özel bir iskeleye yanaşmış, 2 günlük rezervasyonu olan ekip, kalkışma başarısız olunca da otelden apar topar ayrılmıştı… Toplantıya katılanların ortak özelliği Irak, Mısır, Suriye ve İran üzerine uzman olmaları ve tüm darbe ve iç savaş olan ülkelerde bu isimlerin hep ön plana çıkması”ydı (bkz Yıldıray Oğur, a.g.y., 4 Kasım 2017).

 

I.7. Doğru mu? Gazetenin adını ve haberin link’ini vermiyorum. Fakat bu montaj yapıldı mı gerçekten? Kim yazdı veya yazdırdı? Metinde geçen “gizlice, özel bir tekneyle… özel bir iskeleye… apar topar…”  terminolojisini kim/ler imal etti? Bunu gerçekten bir veya birkaç muhabir mi, sağdan soldan duyduklarına göre ve/ya kafalarına esip yazdı? Yoksa güvenilir kabul edilen bir kaynaktan, bütün bu süslemelerle birlikte önlerine servis mi edildi?  

 

I.8. Bu montaja, ABD’de hapiste olması gereken bir katilin de çalıştaya katıldığı motifi nasıl eklendi? Anlaşılan gene aynı gazete, ilk manşetine bu çok daha sansasyonel boyutu da eklemek istedi. Darbe için Türkiye’ye gelen 10 yabancı ajandan birini de Scott Lee Peterson gibi gösterdi. Peterson’ın mahkemedeki fotoğrafları eşliğinde “Azılı katili Türkiye’ye soktular!” başlıklı bir haberde şunları yazdı: “Toplantıda belki de en dikkat çeken isim Scott Lee Peterson isimli 44 yaşındaki azılı katil. 2002 yılında hamile olan karısı Laci Peterson’ı öldürmekten birinci derece cinayet ile hüküm giyen Peterson,  ABD’de en azılı suçlularının kaldığı California’daki San Quentin Devlet Hapishanesi’nde mahkûm. Hakkında ‘iğneyle idam cezası’ hükmü verilen Peterson davayı temyize taşıdı. 13 Temmuz günü İstanbul’a gelen Peterson hâlâ çıkış yapmadı. Mahkûm olarak görünen Peterson’un hangi amaçla ve nasıl Türkiye’ye getirildiği ise soru işareti” (bkz Yıldıray Oğur, a.g.y., 4 Kasım 2017).

 

I.9. Doğru mu? Bu haber yapıldı ve böyle yazıldı mı gerçekten? Yazıldıysa, bu kadarını hangi muhabir/ler veya yayın yönetmeni bilir ya da tahayyül edebilir? Kaliforniya’da 2002-2004’ün  (on küsur yıl geride kalmış) cinayet haberleri ve dâvâlarını kim takip eder Türkiye’de? Diyelim ki çalıştay tahrif edilip karalanacak; kurgunun bu kadarı kimin aklına gelir? Yoksa bu gene, söz konusu gazeteye dışarıdan sunulan başka bir kaynak veya mercinin işi midir? 

 

I.10. Peki, iddianın kendisi doğru mu? Hayır. İsim benzerliği. 13 Temmuz günü İstnbul’a gelen, belki toplantıya katılan ve 3 Ağustos’ta “hâlâ çıkış yapmamış” gözüken, Amerikan Christian Science Monitor gazetesinin Türkiye muhabiri Scott Peterson. Amerika’da karısını öldürmekten mahkûm Scott Lee Peterson ise, San Quentin’de yatmaya devam ediyor (bkz Yıldıray Oğur, a.g.y., 4 Kasım 2017).

 

I.11. Ciddi bir mantık sorunu gözünüze çarpıyor mu? MAK ve SAT komandoları ellerinin altında olan darbeciler, şu veya bu suikast için, hamile karısını öldürmekten hapis yatan bir gübre satıcısına mı muhtaç? CIA’nin de mi başka ajanları yok, kimsenin bilmediği, istediği ülkeye serbestçe girip çıkan? Amerikan hapishanelerinden (ve hele death row’dan, idam bekleyenler koridorundan) adam kaçırıp sonra geri koymak o kadar kolay mı ki, sırf bu adamı alıp gizlice Türkiye’ye getirmişler? Genel olarak Türkiye kamuoyu mu daha saf ve çocuksu, böyle malzemelerin üzerine atlayıp aynen yayınlamakta beis görmeyenler mi?

 

I.12. Bu kadar açık düşmeye, söz konusu gazetenin reaksiyonu ne olmuş? Bırakın mahcubiyeti; en ufak bir tereddüt veya bocalama söz konusu değil. Tersine, çivi çiviyi söker misali, yeni bir iddia söz konusu. Ertesi gün, “Katil Yunanistan’a kaçtı!” başlıklı haber bu kez (açıkça) istihbarat kaynaklarına dayandırılıp şöyle deniyor: “Kayıtlara göre Peterson ‘VN2100’ koduyla halen hapishanede görünüyor. Böylesine bir azılı suçlunun, ABD’nin en güvenlikli cezaevinden nasıl çıkarıldığı ise akıllarda büyük soru işareti uyandırdı.  İddiaya göre  idam mahkûmu Scott Peterson bazı gizli anlaşmalar yaparak Türkiye’ye getirildi, kendisine verilecek suikastleri başardığı takdirde ise hakkındaki temyiz dâvâsı da olumlu sonuçlanacaktı. İstihbarat yetkilileri deşifre olan idam mahkûmunun deniz yoluyla Yunanistan’a kaçtığı bilgisi üzerinde duruyor.” Hayal mahsulü bir senaryoyla getirmişiz adamı Türkiye’ye; bari başka bir senaryoyla da geri götürelim ki, sessizce çekilsin sahneden; Yunanistan’da izi kaybolsun ve bir daha kimse sorgulamasın ne olduğunu (bkz Yıldıray Oğur, a.g.y., 4 Kasım 2017).

 

I.13. Başka kimler gelmiş, darbeyi yönetmek için? Bundan sonra iş büyüyor ve Henri Barkey’den Graham Fuller’a sıçrıyor. Yıldıray Oğur’un aktarımına göre, bir sonraki iddia “İsrail’den adını vermek istemeyen birileri”ne dayandırılarak yazılıyor: “Kaynaklarım ısrarla ve ısrarla bana ‘Asıl gelen CIA’in eski Millî Haberalma Konseyi Yardımcı Başkanı, eski CIA Türkiye İstasyon şefi ve Fethullah Gülen’in hamisi Graham Fuller’di’ diyorlar. Şu anda adını vermek istemediğim kaynaklarım, ki ne tuhaftır onlar da İsrail’den, Henri Barkey ile hedef şaşırtıldığını ve Graham Fuller’in bizzat darbeyi yönetmek üzere darbe günü Türkiye’ye geldiğini ifade ediyorlar. Graham Fuller Yunanistan’da Dedeağaç’a indirilen helikopterin içindeydi. Çünkü FETÖ’cü subaylara bu görev verilmişti. Helikopter Dedeağaç’a indiğinde Amerikalı görevliler oradaydı ve Graham Fuller’i alıp götürdüler” (bkz Yıldıray Oğur, a.g.y., 4 Kasım 2017).

 

I.14. Mantıklı mı? Graham Fuller 80 yaşında ve emekli. CIA’nin bşka hiç mi üst düzey ajanı yok, sahaya sürecek?

 

I.15. Peki, bu senaryoyu destekleyici herhngi bir delil var mı? 15 Temmuz darbe girişimi için, şu âna kadar 100’e yakın iddianame hazırlanmış. Hiç birinde böyle bir olayın bahsi geçmiyor. Yunanistan’a kaçan darbeci askerlerin iadesi dosyalarında ya da basına çıkmış iddianamelerinde de, yanlarında (velev 80 yaşında veya daha genç) herhangi bir CIA ajanı olduğuyla ilgili bir bilgi mevcut değil. Ama yazılıyor ve kalıyor; şehir efsanelerinin bir parçası olmaya devam ediyor (bkz Yıldıray Oğur, a.g.y., 4 Kasım 2017).

 

I.16. Çan hikâyesi nedir? Gene hükümet yanlısı bir gazeteye göre (adını ve haber link’ini vermiyorum):  “Toplantıya katılanlar 19 Temmuz'da otelden ayrılırken resepsiyoniste üzerinde Pensilvanya yazılı bir çan bırakmışlardı.” Eleştirisini doğrudan Yıldıray Oğur’dan alıntılayacağım: “Bir CIA ajanı düşünün, darbe için Türkiye’ye geliyor. Otele pasaportunu verip kaydını yaptırıyor. Sonra darbe başarısız olduktan sonra üç gün bekliyor, sonra otelinden ayrılırken de arkasında delil olarak üzerinde Pensilvanya yazan bir çan bırakıyor” (a.g.y., 4 Kasım 2017).

 

I.17. Splendid Otel Yahudilerin miymiş? Bir de İngiliz karargâhı mıymış, hem de Çanakkale’de? Her biri kendi başına çürük olan bu iddialar yetmiyor; üzerlerine, sanki olabilecek bütün “iltisak”ları alabildiğine karartmak istercesine, başka uydurmalar ekleniyor. “Yahudiler” ve “İngilizler” çekiliyor işin içine. AK Parti Erzurum milletvekili Orhan Deligöz çıkıyor; “İngiliz ve Amerikan ajanları”nın toplantısının Splendid Otel’de yapılmasının tesadüf olmadığını, çünkü “Splendid Palas Hotel’in sahiplerinin Yahudi kökenli Türk aileler” olduğunu ve  otelin “Çanakkale Savaşında yabancı kuvvetlere komuta eden İngilizler tarafından karargâh olarak kullanıl”dığını anlatıyor. İktidara yakın medyadan başka bir gazete de bunu “İhanet oteli İngilizlerin karargâhı çıktı” diye bir diğer müthiş habere dönüştürüyor.

 

I.18. Doğru mu? Bu kadar cahil olunabilir mi gerçekten? Yıldıray Oğur üşenmemiş; emekliliğinde oteli yaptırıp 1908’de açanın  Sakızlı Müşir Kâzım Paşa olduğunu uzun uzadıya anlatmış. Ama tutun ki İstanbul’un zengin bazı Yahudileri yaptırmış olsun; ne farkeder? 1908’de kimin yaptırdığı, yüz küsur yıl sonra, tâ 2016’daki bir çalıştaya nasıl yansır? Bunun gerçekten bir darbe toplantısı olduğuna delil mi teşkil eder? (Bu hesapla, Meral Akşener de gizli bir komünist olmasın, yeni partisini Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde kurduğu ve açıkladığına göre?) İkincisi, en ufak bir coğrafya bilgisi var mı, sayın milletvekilinin ve/ya haberini yapan gazetecilerin? Çanakkale nerede, Büyükada nerede? 1915-16’da İngiliz karargâhı Limnos (Limni) adasındaydı. İngilizler Büyükada’ya gelip karargâh kurmuş olsalardı, daha savaş mı kalırdı ortada? Nitekim otel, ancak İşgal yıllarında İngilizler tarafından (9 ay) kullanılmış (bkz Yıldıray Oğur, a.g.y., 4 Kasım 2017). Çok daha basiti var. Haritaya bir bakın; Limnos nerede, Büyükada nerede? Çanakkale Boğazı’nın hangisi dışında, hangisi içinde ve İstanbul’un burnu dibinde?   

 

I.19. Bu konuda son soru: 15-17 Temmuz 2016 Büyükada toplantısının hukukî statüsü nedir? Hiçbir suçlama yok. 3 Ağustos ve sonrasındaki manşetlerden hareketle bir soruşturma açılmış gerçi. Kültür Üniversitesi GPoT başkanı Mensur Akgün’ün ifadesine başvurulmuş; gazetelere göre polis, Büyükada’da toplantının yapıldığı tarihteki tüm otel, ev ve işyeri güvenlik kamera kayıtlarını incelemeye almış. Ama arkası gelmemiş. Üzerinden 16 ay geçmiş olmasına rağmen, Büyükada’daki toplantı hakkında sürmekte olan herhangi bir soruşturma veya dâvâ söz konusu değil. Dahası, darbeyle ilgili 100’e yakın iddianamede de bu toplantıya değinilmiyor. Hakkında herhangi bir iddia veya bilgiye rastlanmıyor.

 

 

                                                          *          *          *

 

Peki, bir kısım medya ne yapıyor o zaman? Gerçek soruşturma ve incelemelerin haberini mi veriyor? Yoksa “kendi kendine” (?) hedef mi gösteriyor; kamuoyunu ikide bir belirli “düşman”lara karşı ajite ve seferber etmeyi mi amaçlıyor? Sonuçta tetiği çekip infaz eden de medya mı? Polisin ve yargının kâh oraya, kâh buraya sevkedilmesi de bu kutuplaştırıcılığın yan ürünü mü oluyor? Türkiye’nin dış dünyayla ilişkilerinin giderek bozulmasında bu tür hmlelerin payı ne? İkinci Büyükada toplantısı ve Osman Kavala hakkındaki yayınları da gözden geçirdikten sonra, bu soruları tekrar soracağım.

 

- Advertisment -