Sosyal medyada geçen haftanın en büyük eğlencesi Ekrem İmamoğlu’nun “ne kadar” “agresif” ve “kötü kalpli” olduğunu konu alan paylaşımlardı!!!
Hakkını vermek lazım, çoğunluğu çok komikti. Yaşlı kadınların ellerindeki alışveriş torbalarını alıp kaçan, vatandaşlara kafa atan, onların kulağını, burnunu, ellerini aniden ısırıp ortadan kaybolan, küçük çocukları kıskandırmaktan, insanları birbirine düşürmekten zevk alan “hain” bir İmamoğlu ile karşı karşıya kaldık! (Yaşı müsait olanlar için “İmamoğlu-hain evlat Ökkeş” benzetmesini de ekleyeyim.)
Hikayenin nasıl başladığını biliyorsunuzdur. Habertürk’te Didem Arslan’ın programında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayı İmamoğlu’nun diğer partilere ve en çok da Cumhurbaşkanına hitaben söylediği “Gelin, İstanbul’u birlikte yönetelim” ifadeleri çarpıtıldı, bağlamından koparılarak PKK ve FETÖ’ye yapılmış çağrılar gibi gösterilmeye çalışıldı.
Çok yazıldı, çizildi ama tekrarlamakta fayda var: Bir belediye başkanı adayının, hele ki arkasına epeyce rüzgar almış hızla gitmekte olan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayının, merkez medyada böyle bir görüş bildirmesi imkân dahilinde değildir. Diyelim ki, ani bir şuur kaybıyla böyle bir şey söyledi, programdaki gazetecilerin buna tepki göstermesi, en azından şaşırması, ortalığın karışması falan gerekmez miydi?
Zaten programı benim de aralarında olduğum birçok kişi naklen izledi, tamamı internetten bulunabiliyor. Kaydın bir kısmının kullanılarak manipülasyon yapılmaya çalışıldığı çok açık. Dolayısıyla, kim ne yapmaya çalışırsa çalışsın, böyle bir yalan yürüyüp gidemez, öyle mi?
Öyle değil işte, çünkü bir konuyu gözden kaçırıyoruz: Post-truth zamanlarında yaşadığımızı.
2000’li yılların başlarından itibaren gittikçe artan bir hızla gündeme gelmeye başlamış bu kavram. Kuşkusuz, kavramın yerleşmesinde ve 2016 yılında Oxford Sözlüğü tarafından “yılın kelimesi” seçilmesinde, bir çeşit kurumsallaşmış, kişileşmiş yalan gibi karşımızda duran Donald Trump’a kocaman bir teşekkür borçluyuz!
Türkçeye, “hakikat-sonrası”, “hakikat-ötesi”, “post-olgusal” ve “sahte gerçeklik” gibi kelimelerle çevrilmiş. Her halükârda hakikatin ne olduğunun önemini yitirmesi ve hatta kaybetmesini anlıyoruz bu kavramdan. Yanlış olduğunu bilsek bile, yani yalan olduğu olgusal olarak tespit edilmiş olsa bile, inanmamız için gerçeklikle ilgili hiçbir ipucu bulunmasa bile, sadece “içimizden öyle geldiği” için, “bugüne kadar inandığımız yalanlara paralel yeni bir yalan olduğu” için, dolayısıyla kafamızdaki kurguyu sürdürmemiz açısından elverişli bir zemin yarattığı için inanıyoruz. “Hakikat-ötesi” varsa, hakikatin esamesi okunmuyor. Böylece, kendi mahallemizde, birbirimizin yüreğini soğutmak için yeni bir vesileye kavuşmuş oluyoruz.
Bir yandan en önemli özellikleri seçmen olmak olan ve “tam olarak bilinmeyen ama varlığı hakkında bir şeyler hissedilen” konulara inanmaya gönüllü çok sayıda insan, bir yandan da özellikle politikacıların bu yalanları veri olarak kabul etmesi ve neredeyse kendilerini de inandırıp sürekli olarak tekrarlaması etkinin güçlenmesini ya da yalanın kurumsallaşmasını sağlıyor. Tertemiz, “benim diyen” hakikate taş çıkartacak, “üstün” bir hakikat oluşuveriyor. Geçmişte yaşanılan “hakikat-ötesi vak’aları”nı düşününce de, anlıyoruz ki, aradan yıllar geçse ve herkes gerçeği az çok tahmin etse bile, “üstün” hakikat geçerliliğini koruyor. Bu yeni hakikati bir kez sevenler, bir daha kolay kolay başkasını sevemiyorlar!
Kaynağı genellikle tam olarak bilinemiyor bu “hakikat-ötesi” verilerin. Sosyal medyada, belki aynı dakikalarda birden çok kaynak tarafından paylaşılıyor. İnternet kullanımının çok yaygın olduğu Türkiye gibi ülkelerde, herkes bu “bilgi”leri “çok güvenilir bir yakını”ndan ya da “üst-düzey” bir kamu görevlisinden, tercihen bu ikisinin birleşim kümesinden alıyor. Bazı “bu kadarı da olmaz” dedirten İmamoğlu Habertürk söyleşisi gibi durumlarda ise, olay doğrudan gözümüzün önünde cereyan ediyor. Gözlerimiz açık, bakakalıyoruz.
Neredeyse örneklerin hiçbirinde, bu yalanların oluşturulmasını ve bir gerçeklik gibi yayılmasını sağlayanların, kendi yalanlarına inandıklarını zannetmiyorum. Beni en çok şaşırtan kısmı da burası zaten. Yalan söyleyen az çok akıl sağlığı yerinde biri, yalan söylediğini bilir. Bu iş birden fazla kişi tarafından tezgahlanıyorsa, işe dahil olan herkes diğerlerinin de bunu bildiğinin bilincindedir.
Peki böyle bir durumda, insanlar birbirlerinin yüzüne nasıl bakarlar? Bu konuda bazı tahminlerim var:
– “Dava” çok önemliyse, bu davaya inananların gözünde davanın selameti olgusal gerçeklerden daha önemli ve hatta daha hakikidir. Zaten karşı tarafın bu tür yollara çok daha fazla tevessül ettiği düşünülmektedir. O “karşı taraf” her ne olursa olsun, yenilmelidir.
– Hakikat kimsenin çok ilgisini çekmemektedir. Zaten bir gün “doğru” olan bir şeye ertesi gün “yalan” denilmesinin de bir sakıncası kalmamış bulunmaktadır. Bilgi yığınlarının arasında, her şey unutulup gitmektedir. Netice, hakikatten her zaman daha önemlidir.
– Her şerde bir hayır olması gibi, her hakikatte de biraz yalan payı vardır. Bu payın artması ve hatta yüzde 100’e çıkması ve “düşman”a karşı kullanılması da “hayatın gerçekleri”ne gayet uygun düşmektedir. Rasyonalitenin fazlası hepimize zarar verir.
– Hakikatin yerine konmak üzere bir yalan tezgahlanmış (ya da oluşturucuları açısından hafifleterek söyleyelim) bir gerçek tahrif edilmiş olabilir ama “düşman”ın gerçek fikri zaten budur. Aslında düşman hepimizi kandırmaya çalışırken, bu sayede tökezlemektedir ve hak yerini bulmaktadır.
– Bu liste, böyle birbiriyle iç içe geçmiş maddelerle uzayıp gidebilir, ama bence sonuncu ve en önemli sebep de şöyle bir şeyler olabilir: “Davamız da önemli tabii” ama ortak çıkarlarımız, bu çıkarlara dayalı kişisel gelecek planlarımız ve isteklerimiz her şeye göz yummamıza, hatta bizzat tezgahın içine girmemize yardımcı olur. Birbirimizin halinden en çok biz anlarız. Bu girdiğimiz yoldan kolayca dönmek mümkün değil.
Daha önce yazdığım gibi, sosyal medyada eğlenceli paylaşımlara neden olan bu seferki “üstün” hakikatin özünde İmamoğlu tarafından yapıldığı öne sürülen PKK ve FETÖ ile birlikte İstanbul’un yönetilmesi çağrısı vardı. Programın ertesi günü İstanbullularla, tanışma, konuşma ve temas mesaisi devam eden İmamoğlu, net taraf olan (ve tabii ki böyle bir şeye hakkı da olan) bir gençle kendi üslubuna göre sertçe bir tartışmaya girdi. Bu gençten ayrılırken de “kendini tutamadı” ve karşısındaki “genci tokatladı.” Benimle aynı görüntüleri izleyen İçişleri Bakanı aşağı yukarı böyle bir şey söyledi. Bu yazıda “gerçekten” ya da “hakikaten” kelimelerini kullanmaktan kaçınıyorum ama bu “tokat” ya da “dayak” atma mevzuu hakikaten fazlasıyla saçmaydı. Fakat, fark etmez, “üstün” hakikatin önü çok açık oluyor, yürüyüp gidiyor. Öyle ya da böyle, bir şekilde dolaşıma sokulan yalan artık “paralel evrende” başka bir gerçekliğin parçası oluyor.
Bir süre önce, ilk kimin tarafından söylendiğini hatırlamadığım ama her seçimde, özellikle Perinçek’in kendi partisi lehine kullanılan oylara atfettiği değerle özel bir anlam kazanan bir “hissedilen oy oranı” kavramı vardı. “Yüzde 0,1 oy almış olabiliriz, ama bu oyların temsil gücü bu değerin çok daha üstündedir???”
Bu kavramdan hareketle, post truth için yeni bir ifade önermek istiyorum: “Hissedilen gerçeklik”. Maalesef yaşadığımız bu “acayip” zamanlarda, hemen her türlü siyasi görüş açısından, “hissedilen gerçeklik”, “ölçülebilen gerçeklik”le yarışında çok daha avantajlı durumda.