Rauf Orbay’ın siyasî hâtıralarından çıkardığımız derslere devam edelim. Önceki yazıda ilk dersten söz etmiştim. İkinci ders ise, iktidarın kısmî bir krizi kendisi için genel bir fırsata dönüştürme ve yerel bir hadiseyi bütün muhalefeti susturmak için kullanma maharetine dairdir. Orbay ve arkadaşlarının Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra başına gelenler de bunu teyit eder.
Halk Fırkası’ında Cumhuriyetin ilânı ile başlayan tartışma bir türlü sönmeye yüz tutmaz. İnönü ve ekibi, Orbay’ın “ancak milli hâkimiyete dayayan bir idareye cumhuriyet denebileceği” yönündeki görüşlerini “Cumhuriyet karşıtlığı” olarak lanse etmeyi sürdürür. Mecliste sert müzakereler yapılır. Meselâ, şimdilerde AK Parti Sözcüsü Mahir Ünal’ın ismini sitayişle andığı Dahiliye Vekili Recep Peker, Mecliste Orbay’a kükrer:
“Ben Kütahya mebusu Recep, İstanbul mebusu Rauf Bey’den (onun Cumhuriyetçi olup olmadığından) şüphe ediyorum. Eğer böyle, Recep gibi aciz bir arkadaşını, kanaatinin yanlış olduğuna ikna etmeği kendileri için bir mesele sayarlarsa, çıksınlar kürsüden veya başka bir yerden söylesinler ki, böyle bir tereddüde mahal yoktur. Aksi takdirde Rauf Bey’in Cumhuriyete olan bağlılığından şüphem vardır ve şüphem devam edecektir.” (Cilt 2, s. 157)
Orbay kürsüye çıkar ve önce “Rauf, Cumhuriyetçi midir? Rauf, milli hâkimiyetin tecelli ettiği bir vatanın evladıdır ve Türkiyelidir” der. Ardından da İnönü, Peker ve diğerleri ile arasındaki farkı sarih bir biçimde ortaya koyar. Ona göre Meclisin vazifesi “kayıtsız şartsız milli hâkimiyet esasına dayanan bu idareyi, demokrasi denen hak idaresi esaslarını kurmaktır.” Millet, onlara bunun için vekâlet vermiştir.
“Fakat bu esaslar üzerinde ihtilaf hâsıl olan bir noktayı izhar edeceğim. Birtakım arkadaşlarımız, milletin bu hakkını Meclisten alıp, şu veya bu makama Meclisi fesh ve kanunları red hakkını vermesi düşünce ve temayülünü gösterdiler. İşte ben, buna muhalifim… İşte izhar ediyorum efendiler, gene şüphe mi edilecek tekrar ediyorum: Benim için, halkın hâkimiyetini kayıtsız şartsız kullanacağı bu Cumhuriyetten başka hükümet şekli yoktur.” (Cilt 2, s. 159)
Hükümet adına konuşan Peker yine de mutmain olmadıklarını belirtir. Tersine, Orbay’ın maksadını muğlak olarak ifade ettiğini söyler. Görünen odur ki, Orbay’ın HF’yi ikna edebilmesinin bir imkânı kalmamıştır. Yolları ayırmanın vakti gelmiştir. Orbay, on arkadaşı ile birlikte HFden istifa eder ve yeni bir fırka kurmak için kolları sıvar.
“Hürriyetperverlik (liberalizm) ve halkın hâkimiyeti (demokrasi) fırkanın esas mesleğidir”
HF, istifa eden mebusları “post kavgası peşinde koşmak” ve “samimiyetsiz olmak” ile suçlar. Yeni partinin isminde Cumhuriyet ibaresinin kullanılacağı belli olduğundan, HF bunu kaptırmamak için alelacele adının başına “Cumhuriyet”i ekler. Böylece HF, olur CHF.
17 Kasım 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası resmen kurulur. Bir milletin karşılaşabileceği en büyük tehlikenin, milleti egemenlik hakkından mahrum edecek bir istibdat şeklinin tesisi olduğunu düşünen ve bunu önlemek için yola çıktığını belirten TCF’nın programında dikkat çekici ifadeler vardır:
Türkiye Devleti, halkın hâkimiyetine müstenit cumhuriyettir… Hürriyetperverlik (liberalizm) ve halkın hâkimiyeti (demokrasi) fırkanın esas mesleğidir… Umumi hürriyetlere fırka şiddetle taraftardır… Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, milletten sarih vekâlet alınmadıkça tadil edilmeyecektir… Fırka, efkâr ve itikadat-ı dinîyeye hürmetkârdır… Fırka, şahsi hürriyeti her sahada mukaddes sayacaktır.
TCF’nin kurulmasıyla kıyametler kopar. CHF, elindeki her vasıta ile TCF’ye hücum eder. Mecliste muhalefetin ilk defa resmen temsil edilmesinin ertesi günü İsmet Paşa, uzun süren hastalığını gerekçe göstererek istifa eder. Onun yerine “HF’nin en mutedil ağırbaşlı bir rüknü olarak tanınan” Fethi Bey’in kabinesi gelir.
“Müfrit halkçılar”
TCF’nin siyaset sahnesine çıkmasından kısa bir süre sonra Şeyh Sait İsyanı patlak verir. Fethi Bey, isyanı bastırmak için isyanın vuku geldiği yerlerde tedbirler alınmasını yeterli görür, buna uygun davranır. Ancak “CHF'nın müfrit kısmı,” Fethi Bey’in aleyhine bir vaziyet alır. Onlara göre İstanbul’da da sıkıyönetim ilan edilmeli, muhalefetin yanında duran bütün basın organlarına kilit vurulmalı, hattâ bu vesileyle TCF de ortadan kaldırılmalıdır.
Fethi Bey bu görüşe direnir; geniş çaplı bir sıkıyönetime gerek duyulmadığını ve salt siyasi hesaplarla böyle bir adım atmayacağını söyler. “İsyan hadisesi Doğu havalisinin bir kısmına münhasır iken, siyasi bir maksatla İstanbul’da Örfi İdare ilanı muvafık olmaz. Hükümet böyle bir sorumluluğu kabul edemeyeceği gibi, kendisinden sonra gelecek kabineye de, bazı arkadaşların arzu ettikleri veçhile İstanbul’da Örfi İdare ilânını tavsiye edemez.” (Cilt 2, s. 181)
Fethi Bey’in tavrı “müfrit halkçıları” kızdırır; artık onun yüzüne karşı da kendisinin bu dâvâyı halledebilecek bir kişi olmadığı belirtilir. Üzerindeki tazyikin artması üzerine Fethi Bey TCF yönetimiyle görüşmek zorunda kalır. Kâzım Karabekir, Rauf Orbay ve Adnan Adıvar’ın katıldığı görüşmede Fethi Bey’in üzüntüsü her halinden bellidir:
“Taraftar olmadığı bir fikri ve arzuyu, mevkii icabı terviç maksadıyla tebliğe icbar edilmiş insanların vicdan huzursuzluğu içinde bulunduğu görülüyordu. Bu haliyle zaten her şeyi söylemiş olmakla beraber, bize TCF’nın programındaki ‘dîni itikatlara hürmetkârdır” maddesinin Şeyh Sait isyanını tahrik ettiği bahanesiyle fırkayı kendi elimizle dağıtmamız istendiğini tebliğe memur edilmiş olduğunu söyledi.” (Cilt 2, s. 181)
“Fırkayı kurmak elimizdeydi, kapatmak elimizde değil”
Şeyh Sait bahanesi TCF heyetini şaşırtır. Üç sebepten: Bir, Anayasada “Devletin dini, İslâm dinidir” hükmü vardır. İki, bir müddet evvel Mustafa Kemal Paşa bile Times muhabirine verdiği mülakatta, TCF’nın dine saygısını ifade etmesinin son derece doğal olduğunu belirtmiştir. Ve üç TCF’nın Doğu’da tek bir şubesi dahi bulunmamaktadır. Henüz teşkilatlanmadığı bir yerde fırka, bir isyanı nasıl tahrik etmiş olabilir?
Ezcümle, öne sürülen bahanenin elle tutulur bir tarafı yoktur. Fethi Bey’in teklifi, Karabekir tarafından reddedilir:
“Teklifinizi kabul etmemekte mazuruz. Çünkü fırkamızı kanuni şartlara tamamiyle riayet ederek kurduk. Bu bizim elimizde olan bir şeydi. Lâkin bunu feshetmek bizim elimizde olan bir şey değildir. Hükümet olarak bütün kuvvet ve kudret sizdedir. Fırkamızı ortadan kaldırmak istiyorsanız, bunu yapmak elinizdedir.” (Cilt 2, s. 182)
Fethi Bey, TCF heyetinin hakkını teslim eder. Bir zamanlar memleketin bağımsızlığı ve huzuru için büyük bir feragatle birlikte mesai verdikleri arkadaşlarıyla böyle bir konuşma yapmak zorunda kaldığından dolayı büyük bir üzüntü içinde olduğunu söyler. Kendisinin şiddet taraftarı olmadığını, ancak üzerindeki yoğun baskıya direnemeyerek azınlıkta kaldığını itiraf eder.
Fethi Bey, kabinesinde gerçekten de azınlıktadır. Bilhassa Peker’in ona karşı muhalefeti şedittir. Kabine sallantıdadır. Görüş farklılıkarını bir çözüme kavuşturmak için yapılan bir toplantıya, parti başkanı sıfatıyla Mustafa Kemal de davet edilir. Mustafa Kemal’in Peker’e yakın durması üzerine Fethi Bey hakkındaki itimadın sarsıldığından bahisle istifa eder.
“Kalp zayıflığı”
Fethi Bey’in istifasından sonra işbaşına yine İsmet Paşa gelir. Paşa, görevi devralır almaz hükümeti sınırsız ve denetimsiz bir güce eriştirecek olan Takrir-i Sükûn Kanunu’nu Meclis’e sevk eder. Rauf Bey, hükümetin gayesinin isyanın üstesinden gelmekten ziyade mutlak bir baskı rejimi kurmak olduğu düşüncesiyle itirazını dillendirir:
“Cumhuriyet idaremizin bu isyan yüzünden yıkılacağını zannetmek bir kalp zayıflığından ibarettir. Efendiler, bu isyana mecnunlardan başka kimse iştirak edemez. Bu mesele etrafında ne kadar vakur ve dikkatli bulunursak o kadar fayda vardır. Sükûn ve huzuru temin edeceğiz diye, böyle şiddet kanunlarıyla büsbütün ihlâl etmeyelim.” (Cilt 2, s. 193)
Fakat bu itirazlar kâr etmez; üç maddelik Takrir-i Sükûn Kanunu kabul edilir. Kanun yürürlüğe girdiği gibi derhal İstiklâl Mahkemeleri kurulur, bazı gazeteler ve dergiler — hattâ kanunun yayınlanmasından evvelki yazılarından dolayı — kapanmaya ve gazeteciler tutuklanmaya başlar. Nihayetinde sıra asıl gayeye gelir ve “irticai faaliyetlere destek olduğu” gerekçesiyle TCF, kanunun 1. maddesine dayanılarak kapatılır.
“Sükûnu takrir değil, sükûnu ihlâl kanunu”
Orbay’a göre, Takrir-i Sükûn Kanunu, gerçekte “sükûnu takrir eden” [huzuru, sükûneti yerleştiren] değil “sükûnu ihlâl eden” bir yapıya sahiptir. Kanun sayesinde hudutsuz bir iktidara malik olan icra heyeti, bu iktidarı bir taraftan kendilerine muhalif gördükleri her odağın üstüne çökmek, diğer taraftan da kişisel heves, ihtiras ve intikam duygularını tatmin etmek için kullanmışlardır. İstiklâl Mahkemeleri de bunun suç ortağıdır. (Cilt 2, s. 221)
Şeyh Sait İsyanı’nı muhalefeti tümüyle ezmek için bir fırsata dönüştüren hükümet, bütün hakların üzerinden silindir gibi geçmiş ve kanun adı altında kanunsuzluğu egemen kılmıştır. Orbay, ortaya çıkan manzarayı tarif ederken “masumların eşkıyanın kucağına atılması, hürriyetlerin çalınması ve vicdanların boğulması” gibi ifadelere başvurur.
Ne var ki kâbus henüz bitmiş değildir. Halkın teveccühüne mazhar olan partilerini yitirmek kâbusun bir perdesidir sadece. Daha kaderde, Orbay’ın “hayatta en nefret ettiğim şey” diye nitelediği bir suçla, yani suikastle suçlanması vardır.