Ana SayfaYazarlarResmi milli politika versus demokratik siyaset

Resmi milli politika versus demokratik siyaset

 

Kemalist vesayet rejimin sonunu hazırlayan en temel husus, çok partili bir siyasi hayat perdesi önünde demokratik siyaseti iğdiş etmiş olmasıydı. Çeşitli vesayet makamlarınca belirlenmiş (veya gerektikçe belirlenen), resmi ideolojinin parçası kılınmış ve bizzat devlet tarafından koruma altına alınmış çok geniş bir politik saha, demokratik siyaset yapıcılara kapatılmıştı.

 

Kıbrıs’tan Kürt meselesine; uluslararası ittifaklardan laikliğe; Ermeni meselesinden askeri yapılanmaya kadar, aklınıza gelebilecek neredeyse her alanda, temel politikalar belirlenmişti ve resmi milli politika olarak tüm siyasi aktörlere dayatılmaktaydı. Vesayet makamlarının tercihlerini yansıtan ve adeta devlete sahip olanların parti programı gibi işlev gören bu resmi milli politikalar, statükonun hem tanımlanmasına hem korunmasına hizmet ediyordu.

 

Siyasetçiler, etrafları devletin kırmızı çizgileri ile çevrilmiş ve onlara lütfedilmiş dar bir alanda top koşturmaya mecbur bırakılıyordu. Fark yaratacak ve toplumun gerçek taleplerini yansıtacak politikalar izlemeleri pek mümkün değildi.  Sıkıştığı bu dar alanda demokratik siyaset kısırdı, popülistti, yozlaşmaya ve yolsuzluğa tamamen açık haldeydi. Demokratik siyasetin ve politikacıların itibarı ekseriyetle yerlerde sürünüyordu.

 

Diğer taraftan, toplumun gerçek talepleri ve sorunlarına sistemde hiçbir karşılık ve çözüm üretilemiyordu. Çünkü neredeyse her mesele resmi milli politika programına dahildi ve onda herhangi bir değişiklik yapmak mümkün değildi. Partiler için serbest hareket alanı olarak geriye, sınırlandırılmış bir geçim derdi meselesi kalıyordu.

 

Sonuçta siyaset “çay taban fiyatına falanca lider 5 diyorsa ben 10 diyorum” veya sürekli tekrarlanan “hainlerin kökleri kurutulacak” türü popülist ve hamaset yüklü söylemlerle yürütülüyordu.

 

Vesayet makamlarınca belirlenen ve demokratik siyasetten korunan milli resmi politikalar, ülke için en kutsal ve en faydalı tek doğru politika olarak sunuluyordu. Herhangi bir konuda “milletin birliği ve beraberliği, ülkenin huzuru ve refahı, devletin bütünlüğü ve gücünün koruması” için tercih edilmek zorunda olunan tek doğru politika vardı; o da buydu.

 

Söz konusu politikalar millet ve devlet merkezli denen (ama aslında hep devlet, her zaman devlet merkezli olarak oluşturulan) bir dokunulmazlık kalkanı ardına saklanıyordu. Statüko  bakımından bu politikalara karşı çıkmak, asla basitçe yeni bir politika önermek anlamına gelmiyordu.

 

Aşırı iyi niyetli, o ölçüde de nadir rastlanan bir değerlendirmeyle, “farklı politika önermek” cahil olmak anlamına gelirdi. Ancak eğer söz konusu farklı politika önerisi siyasilerden veya kanaat önderlerinden gelirse, bu rejime meydan okumak; milleti bölmeye ve devleti yıkmaya kalkışmak; devletin ve milletin menfaatleri aleyhinde olmak, vatana millete düşmanlık etmek ve nihayet hain-ajan olmak demekti. Bu hainin adı bazen şeriatçı, bazen irticacı, bazen bölücü, bazen komünist, bazen anarşist, bazen liberal, bazen Ermeni vb. olarak  konurdu.

 

Toplumu bu resmi milli politika programına mahkum kılmak için, vesayet makamlarının rehberliğinde derin devlet eliyle türlü operasyonlar çekilirdi. Bu operasyonlar, ülkenin iç ve dış odaklarca üretilen şeriat veya bölücü terör gibi ne büyük tehlikelerle karşı karşıya olduğunun kanıtlanmasını amaçlardı. Söz konusu operasyonlar ile farklı toplum kesimleri birbirine karşı tehdit ve düşmanlık kaynağı olarak gösterilir; toplumun geneline güvensizlik ve korku pompalanırdı.

 

Bölünme veya şeriat gibi büyük felaketlerin kapıda beklediği bir ortamda, kimsenin aklına resmi milli politikaları sorgulamak ve değiştirmeye kalkmak gelmemeliydi. Bu politikalar işte bizi bu büyük felaketlerden korumaktaydı. O yüzden resmi ve milli idi; partiler  üstü bir konumdaydı.

 

Bu yüzden, resmi milli politika programına yönelik her eleştiri veya alternatif önerisi, her bakımdan hızla cezalandırılmayı fazlasıyla hak ediyordu. Düşünce ve ifade hürriyeti önündeki devasa parmaklıklar bu söylem üzerinden kolayca inşa ediliyordu. Resmi milli politikaları eleştirmek düşünce özgürlüğü değil, vatana millete ihanet, rejime düşmanlık anlamına geliyordu.

 

Çürümüş, yozlaşmış, yolsuzluğa bulanmış, hukuk dışına çıkmış, toplumla bağları olmayan bir sistem bu sayede ayakta tutulmaya çalışılıyordu.

 

AK Parti hükümeti, başlarda resmi milli politika programında en ufak bir değişiklik yapmaya kalktığında bile kurulmuş bu çark sayesinde kıyamet kopuyor, her bir adım için büyük mücadelelerin göze alınması gerekiyordu. Ama zorlu ve beklenmedik sonuçları da tetikleyen olaylarla dolu bir süreç sonucu, vesayet makamları mağlup edildi.

 

Böylece resmi milli politika programı partilere ve hükümete dayatılamaz oldu. Olması gerektiği gibi, hükümet (partisi) aynı zamanda iktidar (partisi) olabildi. Resmi milli politika programının yükümlülüklerinden kurtulan partilerin önünde çok geniş bir demokratik siyaset alanı açıldı. Partiler neredeyse her alanda istedikleri, doğru gördükleri, tamamen yeni ve farklı hedefler belirleme ve bunlara uygun politikalar oluşturma imkanına kavuştu. Demokratik siyasi aktörlere politika belirlemede geniş bir hareket serbestliği fırsatı doğdu.

 

AK Parti, yıllardır birikmiş sorun ve taleplerin taşıyıcısı ve aynı zamanda iktidar partisi olarak, genişleyen siyaset alanının her köşesini etkin bir şekilde kullandı. Pek çok tabuyu yıktı, topluma pek çok yeni ve farklı hedefler ve politikalar sundu.

 

İcraata geçirilen bütün bu yeni ve farklı politikalar, AK Parti’nin bir parti olarak kendi programına aldığı; “AK Parti tarafından” ülke için doğru ve faydalı görülen politikalar olarak sunuldu ve savunuldu. İktidar partisi olması hasebiyle icraya dönüştürebilme avantajı olsa da, kendi politikaları ile diğer partilerin politikalarını aynı düzlemde gören bir perspektif mevcuttu.

 

Bu yüzden, herhangi bir konuda adım atılacağı zaman kamuoyunu ikna etmeye, politikanın neden doğru ve faydalı olduğunu anlatmaya özen gösteriliyordu. AK Parti politikaları, kendiliğinden ve kategorik olarak doğru oldukları iyi politikalar oldukları için değil, AK Parti hükümet olduğu için uygulama olanağı bulan politikalardı. Parti halktan aldığı yetkiyi “kendi programını” uygulamak için kullanıyordu.

 

Ancak sonradan bu konudaki söylem ve tavırda ciddi bir değişiklik ortaya çıkmaya başladı.  İktidarın iç ve dış siyasette sergilediği politik “tercihler” millet ve devletin çıkarı için “zorunlu” gibi sunulmaya başladı. İç ve dış meselelerde uygulamaya konan politikalara yönelik eleştiriler sertleştikçe, bazı konularda başarısızlıklar gelmeye başladıkça, savunma devlet-millet bekasına bağlanarak yapılmaya başlandı.

 

Artık AK Parti’nin tercih ettiği bir politika, farklı amaçlar ve farklı okumalar üzerinden benimsenebilecek diğer her türlü politik tercihin üstünde bir yere konuşlandırılıyordu. Her türlü eleştiri karşısında, insanları ikna etmek ve politikanın niye doğru olduğunu açıklamak yerine, eleştiri sahiplerini Şu’cu-Bu’cu veya hain-ajan ilan etmek gibi bir tepki verilmeye başlandı. AK Parti politikaları hem tek ahlaki hem tek doğru politika olarak tanımlanır oldu.

 

Sonradan sofistike ve dev bir düşman, ancak muğlak bir özne olarak resmedilen “üst-akıl” bu söyleme eklemlendi ve işleri daha kolay bir hale getirdi. “Üst akıl” önce resmi milli politika seviyesine çıkarılan, ancak sonra çeşitli sebeplerle vazgeçilen politikalardan keskin dönüşleri “anlamlandırmaya” ya da mazur göstermeye hizmet etti.

 

Aksi halde, resmi milli politika statüsüne yükseltilen bu tercihlerden 180 derecelik keskin dönüşleri bir yerlere oturtmak pek mümkün değildi. Örneğin İsrail ile Mavi Marmara meselesinde alınan tutum mutlak doğru ve ahlaki bir politika olarak sunulmuş ve asla taviz verilmeyeceği pekiştirilmişti. Böylece eski sistemde Kemalist kurucu ideolojiye referansın gördüğü işlevi, başka bir anlamda üst akıl kavramı üstlenmiş oldu.

 

İçerde ve dışarda durmaksızın faaliyet gösteren güçlü, zalim, tek gayesi Türkiye’yi yok etmekten ibaret amorf bir düşman karşısında, AK Parti’nin hükümet olarak aldığı her politika kararı, resmi milli politika olmaya hazır hale geldi. Böylece her politik karar bir tercih değil, mutlaka olduğu şekilde alınması gereken hayati bir zorunluluğa dönüştürülebiliyordu.

 

Bu nitelik bütün politik sahaya yayılmaya başladı. Öyle ki, faiz artırımı gibi ekonomik bir mesele de, Suriye’ye müdahale gibi uluslararası bir mesele de aynı “resmi milli politika” kategorisine girebilir oldu.

 

Hükümet politikalarını, demokratik siyaset üstü (ve demokratik siyaseti çembere alma işlevi gören) “resmi milli politika” olarak tanımlamaya çalışmanın çeşitli olumsuz sonuçları ve yansımaları var.

 

Bunlardan biri, eleştirmenin, muhalefet etmenin olağan demokratik bir eylem kategorisinden hızla bir suç kategorisine doğru evrilmesidir. Düşünce ve ifade hürriyetinin alanın daralmasıdır.

 

Bir başka sonucu, toplumsal sorun ve taleplerin sağlıklı bir şekilde Partinin karar mekanizmalarına taşınması ve ulaşması üzerinde engelleyici bir etkisinin olmasıdır. Büyük ve kutsal hedefler ve kurtuluş savaşı hamasetine boğulan bir iklimde, gündelik hayatın (gerçek hayatın) sorun ve talepleri (güya) önemsizleşir, dillendirilemez hale gelir. Sorunlar ertelendikçe, üstü örtüldükçe iyice içinden çıkılamaz olur; gün gelir, üzerimize çöküverir.

 

Bir başka olası etkisi AK Parti’yi bir devlet partisine dönüştürme riskidir. AK Parti’nin bir hükümet partisi olarak kendi politikalarını devlet mekanizması eliyle hayata geçirmesi, demokrasinin bir gereğidir. Anti-demokratik olan,bu politikalara devlet gücünü kullanarak diğer siyasi fikirler ve tercihler üzerinde bir üstünlük ve dokunulmazlık kazandırmak istenmesidir.  

 

Son olarak, eğer bu eğilim kalıcı ve kurumsal hale gelirse, eski rejimin yaptığı gibi demokratik siyasetin alanını daraltarak, nefessiz bırakarak, çoraklaştırarak demokrasiyi bitkisel hayata sokabilir.

- Advertisment -