Geçen haftaki Serbestiyet yazım Meksikalı yönetmen Alfonso Cuarón’un son filmi Roma hakkındaydı. Bilmeyenler için Roma, Cuarón’un çocukluk yılları üzerine kurgulanmış yarı oto-biyografik bir film, hikâyenin başkahramanı ise Cuarón kardeşlerin dadısı ve evlerinin hizmetkârı Libo. Geçen yazıda Cuarón’un filmi dadısına ithaf etmiş olduğunu ve aslında senaryonun ağırlıkla Libo’nun perspektifinden yazıldığını anlatmıştım. Cuarón’un bu filmi “anlamak ve parçaları birleştirmek” dürtüsü ile çektiğine, çocukken Libo’nun kendi hayatını önemsememiş ve emeğinin değerini anlamamış olmanın suçluluğuna dair sözlerini de aktarmıştım.
Yazı yayımlandıktan sonra okuyan yakınlarımdan ve tanıdıklardan bazı değişik mesajlar aldım; benden bir önceki nesil çocukluk yıllarını hatırlıyor, kendi hayatlarındaki Liboları yad ediyorlardı. Daha genç olanlar ise çoğunlukla şimdilerde hayatlarında olan ve kendi çocuklarına bakan Libolara atıfta bulunuyordu. Ortak noktaları ise sözlerinde tatlı bir anımsama ve/ya minnettarlık ile birlikte bir burukluk olmasıydı, bu insanların değerine zamanında yeterince vakıf ol(a)mama ya da belki hatırşinaslık bakımından bırakılan eksikler sebebiyle. Büyük bir yönetmen olup da dadısı hakkında film çeken Cuarón’u takdir etmekle ona gıpta etmek arasında salınan hislerdi bunlar belki de..
Eski zamanlarda bu tarz birliktelikler daha uzun soluklu oluyordu; bir ailenin yanında yirmi, otuz sene çalışan, hayatlarını bu aileye vakfeden kişilerin sayısı şimdiye göre daha fazlaydı. Ancak bugün geniş kitlelere yayılmış olan bu iş birliği günümüz koşullarında – yani kadınların iş hayatına katılmasının artmasıyla – yaşamsal olarak çok daha kritik bir öneme sahip. Öte yandan her şey hızlandığı gibi bu alanda da daha yüksek bir devinim söz konusu, eskisi gibi uzun süreli ve yakın ilişkilere sık rastlamak mümkün değil. Yine de bu hız yaşamımızı daha rahat sürdürmemizi mümkün kılan kişilerin hayatlarını, yaşadıkları zorlukları, hislerini anlamaya engel değil ve bu aslında birlikte çalıştığımız, bir şeyler paylaştığımız herkes için geçerli.
Bugünün kaotik ve hızlı dünyasında bu hassaslığı göstermek çok kolay bir şey olmasa da ‘anlayışlı’ olmak – yani anlamaya çalışmak – kendimizi eğiterek, kendimize telkinde bulanarak, sık sık hatırlatarak kazanabileceğimiz doğal bir refleks haline gelebilir. Bunu karşımızdaki ile aramızda geçen en ufak sohbette bile yapabiliriz. Ama önce buna niyet etmeliyiz, kendimize böyle bir dert edinmeliyiz, daha anlayışlı olmanın bir insan olarak bize kazandıracaklarını görmeli, tersinin ise neler kaybettireceğini anlamalıyız. Bir düşünelim; günlük hayatımızdaki insanların yaşadıklarına ne kadar önem veriyoruz, ne kadar anlamaya çalışıyoruz? İçten ve aynı göz hizasında ilişki kurmak diye bir derdimiz, değerimiz var mı?
Kimilerinin yok gibi görünüyor. Mesela yardımcılarının fotoğrafına “emir erlerim” diye not düşerek sosyal medyada paylaşan bir milletvekili ile karşılaşabiliyoruz. Sonrasında vekillerine halel gelmesin diye “o fotoğrafı çekmesini biz istedik” sözleriyle onu korumak durumunda olan (belki de kalan) yardımcılara şahit oluyoruz. Eleştiriyoruz ama bir taraftan da bu ilişki tarzının ne kadar yaygın olduğunu ve bu tarzdan beslenen kökleşmiş yapının ne kadar işlevsel kullanıldığını da biliyoruz. Neden böyle yapılıyor diye düşündüğümde en kuvvetli cevabım ‘güç’ oluyor, toplum içinde en büyük etkinin güç üzerinden sağlanabilmesi ve bu örnekte olduğu gibi ‘ben güçlüyüm’ mesajının en nobran haliyle yansıması. Gücün hakimiyetinin bu kadar ön plana çıktığı bir düzlemde ise aslında herhangi bir ilişki türünde eşitlik/denklik aramak nafile bir çabaya dönüşebiliyor.
Yine Roma’dan devam edersek; filmin bize hatırlattığı çok önemli bir şey daha var, o da iyiliğin koşulsuz olduğu. Yani iyiliğin ekonomik sınıf, etnik grup, din, inanç, inançsızlık, cinsiyet, yaş gibi hiçbir kategoriye ait olmaması ve her iyi olanın bir diğeri kadar değerli olduğu. Ama bizler ancak anlayışlı olmayı seçtiğimizde etrafımızdakilerin iyi olduğunu görebiliriz, bunu seç(e)mezsek iyiliği sadece beğendiğimiz tipten, gruptan insanlara yakıştırabiliriz, ya da en uç nokta olarak sadece kendimize. Bugün ülkemizde anlayışlı olmaktan son derece uzak bir noktada –aşırı kutuplaşmış/gruplaşmışken – birbirimizin iyiliklerini görmekten mahrum kaldığımız için hepimiz ne çok şey kaybediyoruz.
İyilerin sadece bizden olanlar arasında yaşamadığını aslında hepimiz yüreğimizin bir köşesinde hissediyoruz diye düşünüyorum. Ve aslında toplum olarak anlayışlı olmayı becerebildiğimiz birçok zaman ve olay da yaşıyoruz. Ama gel gör ki hakimiyet bir türlü terazinin bu tarafında kurulamıyor, güç buna izin vermiyor, anlayışlı olmayı ve iyiliği tanımayı kendine tehdit olarak nitelendiriyor. Güç, hayatı paylaşabilmekten değil, emir vermekten besleniyor.
Bir ülkenin halkı temsil eden en yüksek kurumunda bu türden bir güç gösterisi böylesine rahatça ve gururlu bir edayla teşhir edilebildiği sürece bizler de toplum olarak anlayış ve iyiliği bir o kadar kolay kenara itiyor olabiliriz. Bu durum karşısında çuvaldızı kendimize de batırmalı, başkalarıyla olan ilişkilerimizde ne kadar anlayışlı ve eşitlikçi davrandığımızı sorgulamalıyız. Bu soruları kendimize sormadan ve dürüst cevaplar vermeden ne biz, ne de eleştirimiz samimiyeti yakalayabilir.