14 Temmuz 2019] “Barış İçin Akademisyenler”in, ya da (ilk imzacıların sayısı itibariyle) “1128’ler”in, üç küsur yıl önceki bildirilerinde söyledikleri şeylerden değil de söylemedikleri şeylerden ötürü işlerini kaybediyor, mesleklerinden dışlanıyor, hattâ yargılanıyor ve peşpeşe (takdiren ve teşdiden mi demeli) iki yıl dolaylarında sabitlendiği izlenimini uyandıran hapis cezalarına çarptırılıyor olmasından hareketle başladığım bu dizide, lâfı bir kere daha Marksizm ve sosyalizm tarihine getirdim, günümüzün cadı avları ve şeytan taşlamaları açısından. Bir, ben tarihi çok seviyorum gerçekten. Herşey beni tarihe çekiyor. Uzunca bir süredir hayatı hep tarihle, tarih içinde, tarihle haşır neşir yaşıyorum. İki, bu tür hukuksuzluk ve demokrasisizlik konuları her açıldığında, tekrar pahasına da olsa kendi geçmişimle yüzleşmeksizin sağı solu eleştirmeyi dürüstlük saymıyorum.
Üç, Marksist sosyalizm muazzam bir olgu, 19. ve 20. yüzyıl tarihinde. Gelmiş geçmiş bütün siyasî akımların en teorik olanı. Bir daha gelmeyecek (ve iyi ki de gelmeyecek), bu kadar total, bütüncül, entegre bir “her şeyin teorisi.” İyi ki de gelmeyecek, çünkü insanın parçalılığı, çok-katmanlılığı, eksik programlanmışlığı ve öngörülemezliğinin reddi anlamına geliyor. Teorisizmi, (i) tarihin yönünü ve geleceğin şeklini teorileştirmeye; (ii) oraya ulaşmak için, devrimi teorileştirmeye; (iii) orada [ütopyada, yokülkede] kalabilmek için, diktatörlüğü teorileştirmeye varıyor. Nerede, Robespierre ve Saint-Just’un “olağan hükümet [yönetim]” ve “devrimci hükümet [yönetim]” ayırımı? Nerede, Marx’ın buradan türettiği ve Lenin’in Marksizmin biricik vazgeçilmezi saydığı “proletarya diktatörlüğü” konsepti? Nerede, içi zerrece doldurulmamış, son derece muğlak bir “beka” slogancılığı? Öyle bir teorik totalitarizm ki, bütün diğer anti-demokrasi ve anti-hukuk denemelerini gölgesinde bırakıyor. Onların (meselâ 21. yüzyıl başlarının Putin’i de, Trump’ı da, Modi’yi de, Maduro’yu da, Viktor Orban’ı da, Jair Bolsonaro’yu da içine alan sağ ve sol popülist cereyanlarının) çok daha episodik, çok daha sathî, çok daha el yordamıyla, belki oportünistçe kurmaya çalıştığı otoriter düzenlere, fragmanter halde de olsa, yeri gelince kullanabilecekleri kırıntı gerekçeler, rasyonalizasyonlar, apolojiler sunuyor.
Dört, Marksizmin katettiği yol ile çağdaş İslâmiyetin ve İslâmcı (ya da İslâmî kökenlerden türeyen merkez-sağ) akımların katetmekte olduğu yol arasındaki benzerlik ve paralellikleri özellikle düşündürücü buluyorum. Marx öncesi sosyalizmin ve sonra Marksist sosyalizmin çıkış noktasında, bir eşitlik ve sosyal adalet arayışı var. Yüz küsur yıl devam ediyor ve kapitalist-emperyalist bir dünyanın haksızlıklarına karşı, Marksizmi küresel bir muhalefet kertesine, en kitlesel hak arayıcılığı mertebesine yükseltiyor. Fakat ilk baştaki çığlık giderek bir dâvâ oluyor. Dâvâ da hubris’e, kibirli bir monizme (tekçiliğe), kendi misyonuna yüzde yüz inanmışlığa yol açıyor. Tarihin güya kaçınılmaz ilerleyişi… güya bu determinizmin enstrümanı olan bir sınıf… güya o sınıfın öncüsü olan bir parti… o partinin güya yanılmaz çizgisi… o çizginin güya yanılmaz lideri… iktidara geldiğinde o partinin tabii gene yanılmaz devleti ve rejimi… Bu şaşmazlıklar, sarsılmazlıklar silsilesi, ister (inanmış güvenlik örgütlerinin, işkencecileri, savcı ve hâkimlerin elinde) daha seçici, bireyleri hedef alan cinayetlerde, ister (inanmış bürokrasi ve planlamacıların elinde) daha kitlesel açlık ve katliamlarda somutlanan korkunç insanlık facialarını beraberinde getiriyor.
Ve bu yüzden çöküyor. Kimse “hayır, çökmedi” ya da “merak etmeyin, yeniden gelir” diye kendini aldatmasın. Marksist sosyalizm toptan çöktü, 20. yüzyıl sonlarında. Bir zamanların “sosyalist blok”unun büyük bölümü doğrudan yokoldu (Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da klonladığı “halk demokrasileri”). Kalanı ise sosyalist ekonomi teorisi ve uygulamasını terkedip sırf bir tek parti rejimi kabuğuna bürünmek yoluna girdi (Çin, Küba, Laos, Vietnam). Uluslararası Komünist Hareket diye bir şey kalmadı. 1945-90 arasının bütün dengeleri bozuldu. Bu çöküş sırf siyasî değil, aynı zamanda büyük bir manevî boşluk yarattı.
* * *
Bu boşluğu İslâmiyet ve/ya İslâmcılık doldurabilir mi acaba? İkisi farklı şeyler kuşkusuz. Her Müslüman İslâmcı değil. Hattâ, herhalde Müslümanların çoğu değil. Müminlerin büyük kısmı, kendi inancı ve ibadetini, illâ farklı bir dünya düzeni arayışına dönüştürmeksizin, sivil toplum kertesinde yaşıyor. Dünya çapında (emperyalizm ve sömürgecilik tarafından) 2-3 yüzyıl boyunca; Türkiye ölçeğinde (modernist Türk milliyetçiliğinin otoriter laikliği tarafından) seksen yıl süreyle ezilmiş olmayı, tabii hepsi hissediyor ve tercihlerine, aidiyetlerine, oylarına şu veya bu ölçüde yansıtıyor.
Bir bölümü ise bu mağduriyet duygusunu daha ileri bir noktaya: alternatif bir program, iktidar, rejim ve medeniyet arayışına taşıyor. Öte yandan, böyle başka “alternatif ideoloji” örnekleri de pek yok ortada. Komünizmi geçtim; demokratik sosyalizm, sosyal demokrasi, hattâ liberal demokrasi de şu veya bu ölçüde inişte. 1770’ler ve 80’lerden itibaren Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’da yükselen, 1914-1945 arasında sarsılan ve kısmen kesintiye uğrayan, lâkin bir kere daha Avrupa zemininde ve AB sürecinde genişleyip derinleşen, Amartya Kumar Sen’in artık dönüşsüz gibi baktığı demokrasi ve demokratik değerler manzumesi, dönüp dolaşıp gene Avrupa’nın batısına tıkılmak ve sığınmak durumunda (bu konuya önümüzdeki haftalarda ayrıca değineceğim).
Bu çerçevede, denebilir ki 1848-1989/90 arasında sosyalist solda somutlanan sistemik muhalefeti ve sosyal adalet özlemini, (biraz da eliminasyon yoluyla) bugün İslâmcılık temsil etmekte. Teşbihte hatâ olmaz deseler de, bir yere kadar. Evet, İslâmiyet de eşitlikçi ve bölüşümcü, zuhurunda ve sonra yüzyıllar boyu. İslâmcılık (ya da politik İslâm) bunun üzerine bir vizyon kurmaya çalışıyor. Ama modernite ile, “belirleyici dışsalı”nı (constitutive outside) meydana getiren modern dünya ile ilişkisi çok daha problemli. Marksizm anti-modernite değildi; kapitalist moderniteye karşı, piyasaya, özel mülkiyete ve parlamentoya dayanmayacak bir sosyalist modernite öngörüyordu. İslâmcılığın programında, bu açıdan ne/ler yer alıyor? “Bizim medeniyetimiz… bizim kültürümüz… bizim geleneklerimiz” diye çok konuşuluyor da, tam olarak ne anlama geliyor, pek belli değil. 7. yüzyıldan 11. yüzyıla (erken dönem), sonra 11.-15. yüzyıllar arasında da (orta dönem), belirgin bir İslâm tarihi ve İslâm medeniyeti vardı kuşkusuz. Ama daha 1500 dolaylarından itibaren, böyle tek bir İslâm tarihi ve İslâm medeniyetinden söz etmek olanaksız; yerini, farklı coğrafyalarda, dinen Müslüman olan ayrı ayrı hanedanların yönettiği farklı ve rakip devletler, imparatorluklar ve bu değişik nişlere oturan (Osmanlı, Safevî, Mughal [Babürlü] vb) medeniyetler alıyor.
Bugün ise, yaşayan, ortak bir İslâm medeniyeti ve üzerinde konsensüs oluşabilecek bir İslâmî rejim modelinden söz etmek tümüyle olanaksız. Bu doğrultudaki yerel iddiaların hiçbiri, çok farklı ulus-devletler gerçeği karşısında net bir çekim merkezi oluşturamıyor. Aynı şekilde, bütün dayanışma çabaları da yerel ve kısmî; örneğin İhvan’a sempati duymanın, ya da seçilmiş cumhurbaşkanı Mursî’nin, kötü Kenan Evren taklidi, sırtını ABD ve İsrail’e dayamış Sisi askerî diktatörlüğünün elinde can vermesini lânetlemenin ötesine geçemiyor. Geçtim; sırf Ortadoğu’nun Arap ülkeleri, sırf Filistin konusunda, ya da diğer uçta sırf Selefîlik ve cihatçılık konusunda, herhangi bir ortak anlayışa varamıyor. Tersine, bir yanda Suudiler, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri, diğer yanda Katar, yekdiğerinin gözünü oyma peşinde. Irak, Saddam sonrasında; Suriye, Hafız Esad sonrasında sürüklendikleri kaostan bir türlü çıkamadı. Afganistan-Pakistan ikilisi tam bir gayya kuyusu, yakınına gelen herkesi ve herşeyi yutan koskoca bir kara delik. Yemen ve Sudan, iç savaşlar yüzünden birer kan banyosu. Bir de küçük teokratik sultanlıklar var, Brunei gibi. Hâlâ recm çağında yaşıyor. Ve ufukta, “sosyalist blok” benzeri bir “İslâmî blok” zerrece gözükmüyor.
Özetle, bir, İslâm âleminin neredeyse tamamına demokrasi değil çok farklı rejim ve yönetimler hakim. Zira İslâmcılık başedemiyor modernite ile. Tersine, kapitalist modernite tarafından çok çabuk (sadece Sovyetler Birliği örneğinde, komünizme kıyasla çok daha çabuk) kuşatılıyor ve çürütülüyor. Sınıfsal ayrışma, örneğin Türkiye’nin Müslüman mahallesinde, kapitalizmin zorla bastırıldığı komünist rejimlere mukayese edilemeyecek derecede hızlı (bkz Alper Görmüş, 4 Temmuz: Muhafazakârlığın Fatih ve Başakşehir halleri). İki, Marksizm de sonunda “seküler bir din”e dönüşmüş olabilir ama, uzun süre her inançtan, her sosyal-sınıfsal kesime hitap edebilmesi açısından sirayet gücü İslâmcılığa kıyasla çok yüksekti. Tersten söyleyecek olursak, İslâmcılığın dinî çağrısı çok daha sınırlı kalmaya mahkûm. Limitte, potansiyel yayılma alanı, yeryüzünde Müslüman nüfusun (diğer dinlere ve özellikle Hıristiyanlığa karşı) özgül ağırlığının sürekli artmasına bağlı. Ne ki, İslâmcılık bu demografik potansiyelin dahi ancak küçük bir kısmını kucaklayabilir, kendi alanını dahi şiddetten temizleyip İslamofobiyi altedemediği ölçüde. Dolayısıyla üç, evrenselleşme açısından İslâmcılık, bir zamanlar Marksist sosyalizmin ulaştığı enternasyonalizm düzeyinin gerisinde kalmaya mahkûm gözüküyor.
* * *
Bunları niçin uzun uzadıya anlattım? Günümüzün yükselir gibi gözüken toplumsal mağduriyet ve protesto hareketi olarak İslâmcılığın, inancını siyaset sahnesine taşıdığı andan itibaren malûl olduğu içsel, yapısal zaafları hatırlatmak için. Fakat asıl meselem bu değil kuşkusuz. Diyelim ki son tahlilde Müslümanların mağduriyetinden kaynaklanan, başlangıç ilhamını İslâmiyetten alan ama belki o kadar da İslâmcı olmayan (veya, sadece bir ölçüde İslâmcı denebilecek) bir merkez-sağ akım iktidara geldi (örneğin AKP). Geldi ve kendini her taraftan (ister reel, ister hayalî anlamda) bir düşmanlık çemberiyle kuşatılmış buldu (algıladı).
Ne yapacak? Marksizmin büyük ve geri dönüşsüz tarihsel hatâları ile nihaî trajedisinden kaçınabilir mi? Kendisini “suret-i Hak”tan görmeyebilir mi? Bu misyon inanmışlığıyla, dâvâsı uğruna başka herşeyi feda etmeyebilir mi? Kendine göre bir “karşı devrim” veya “restorasyon” korkusuyla, giderek artan dozlarda otoritarizme sürüklenmeyebilir mi? Demokrasiyi koruyabilir ve bütün kesimlere demokratik asgarî müşterekler üzerinden seslenmeye devam edebilir mi? Ya da, aşırı bir savunma psikozuna kapılıp, demokrasiyi beka arayışına feda mı eder? Partiye ne olur, bu süreçte? İlk baştaki haliyle mi kalır, yani çeşitliliği ve özgürlüğünü mü korur — yoksa müteaddit tasfiyelerle dümdüz edilip renksiz, kokusuz, tehlikesiz mi kılınır (kılınmak istenir)? Liderliğin kendisi de değişir mi, ya da nasıl değişir? Sonuçta, 20. yüzyılın büyük “kişi kültleri”nden birinin konusu ve odağını mı teşkil eder?
Neresinden bakarsanız bakın, geriliği, zaafları ve bölünmüşlüğünü yukarıda satırbaşlarıyla işaretlemeye çalıştığım İslâm âleminin gene de açık arayla en ileri ülkesi Türkiye — bütün defolarına rağmen. Aynı şey AK Parti için de geçerli: bu tarihsel dönemin İslâm kökenli partilerinin herhalde en ilerisi — 2012-13’ten itibaren girdiği yeni çizginin, 2016 darbesiyle birlikte aşırı savunmacı, aşırı merkeziyetçi bir iktidar konfigürasyonuna dönüşmesine rağmen.
Onun için, 1128’lerle başlayıp sosyalizm tarihine giriyorum. Mevcut minik sol mahfillerden, ya da sosyalist solun kendini onarabilme ve canlanma kapasitesinden umudu çoktan kestim. Onun için, AKP’nin ister mevcut ana mecrasının, ister kopabilecek alt-birimlerinin, hiç olmazsa bundan sonra, 20. yüzyılın en büyük trajedisi ve hayal kırıklığından biraz olsun ders çıkarmasını, kendim de eski bir Marksist olarak, çok önemli buluyorum.