[13 Temmuz 2019] İnsanlığın bilgi ve düşünce birikimi, “damlaya damlaya göl olur” misali, küçük nicel artışlarla mı gelişir, yoksa arada bir büyük sıçramalarla mı? Sürekli tırmanan kesintisiz bir eğri midir, arada bir büyük kırılmaların görüldüğü kesikli bir basamak fonksiyonu mu?
Çözümün, Marksist diyalektiğin “niceliğin niteliğe dönüşmesi” ya da “nicel birikimlerin sonunda nitel bir sıçramada ifade bulması” diye va’zettiği “ilke”lerde de ipuçları vardı gerçi. Ama gene o Marksizm, tam da sekterliği; felsefeyi, kültürü ve bilimi “burjuva” ve “proleter” diye kamplara ayırması; kendine özgü bir vokabüler kullanmaktaki ısrarı; sosyal bilimlerde ortak doğruları reddetmesiyle elele giden “doğruyu sadece ben bilirim” kibiri yüzünden, herkesi ikna edici bir evrensellik kazanamadı.
Dolayısıyla bu soruya yakın zamanda en net cevabı getiren, 1962’de The Structure of Scientific Revolutions (Bilimsel Devrimlerin Yapısı) kitabıyla Thomas Kuhn oldu. Tarihçilikte, gerek Rankeci ampirisizm ve pozitivizmin sınırlarını, gerekse Marksist tekçiliğin katılığını aşmada E. H. Carr’ın What is History’si (1961) tâyin edici olduysa, bilim tarihi ve felsefesinde benzer bir rolü Thomas Kuhn oynadı. Bu iki eserin, dünyanın yeni isyan ve arayış dalgalarıyla sarsıldığı 60’ların hemen başlarında peşpeşe gelmesini başlı başına ilginç buluyorum.
Dahası, Carr gibi Kuhn da kolayca anlaşılıp benimsendi, geniş akademik çevrelerce. Herhangi bir alanda, mevcut teori, anlayış ve/ya inanışların, yeni yeni bulgularla hemen sarsılıp değişmediğini çeşitli örneklerle gösterdi. Bir yere kadar çoğu insan alışılmışa sadık kalıyor; taze veri, gözlem ve ölçümleri eski çerçeveye sokuşturmaya çalışıyor. “Paradigmatik körlük” oluşuyor: gözünün önündeki realiteye inanmazlık. Ya da teoriyi hayata uyduracağın yerde, hayatı teorinin “Prokrustes yatağı”na yatırmak. Ne ki, giderek zorlaşıyor bu bağdaştırma işlemi. Tersten söylersek, yürürlükteki paradigmadan türetilen öngörüler ile güncel veri akışının arası giderek açılıyor. Bir noktada, eski teorik bütünlük (veya paradigma) artık toptan çöküyor ve yerine daha basit, daha kullanışlı, gerçeği daha fazla açıklayan başka bir paradigma hâkim oluyor. Ve bu sefer, bu yeni teori veya paradigmanın bağrında, bilgi (veri, gözlem, ölçüm) birikimi daha üst bir düzeyde yeniden başlıyor.
Bu açıklama tarzının , Kuhn’un da dikkatle incelediği, işlediği tipik örneği, 16. ve 17. yüzyılların Galile-Kepler Devrimi (bence bu terim, Kopernik Devrimi’nden daha doğru). O zamana kadar, Dünya merkezli (geocentric) bir evren modeli yürürlükte. Gezegen (planet) diye adlandırılan bazı gökcisimlerinin Dünyanın (Yerkürenin) etrafında ve kusursuz daireler halinde döndüğü kabul ediliyor. Kopernik ve Tycho Brahe ile, giderek çoğalıyor aksi yöndeki emareler. Esas dairelere hangi ikinci daireleri (epicycles) eklerseniz ekleyin, olmuyor, tutmuyor. Nitekim Kopernik, Merkür (3), Venüs (1), Mars (4), Jüpiter (4) ve Satürn’ün (4) hareketleri için gerçekleştirdiği ölçümleri oturtamıyor, Dünya merkezli sisteme. Hatâ payları 20, 25, 32, 51, 77, 137… dakikaya kadar çıkıyor. Bu yüzden, daha 1514 dolaylarında varıyor, Dünya merkezli değil Güneş merkezli bir evren modeline. Bugün Commentariolus diye bilinen taslağı kaleme alıyor, ama yayınlamıyor. Sadece birkaç elyazması nüshasını en yakınlarına dağıtıyor. Önde gelen bazı Rönesans kardinal ve başpiskoposlarının sıcak desteği ve teşviklerine rağmen Kilise ile ters düşmekten çekindiğinden olacak, başyapıtı De revolutionibus orbium coelestium (Gökcisimlerinin Yörüngeleri Üzerine) ancak 1543’te, kendisi ölüm döşeğindeyken matbaadan çıkabiliyor.
Bu ve benzeri analizlerle, Thomas Kuhn “paradigma kayması” kavramını soktu dilimize ve hayatımıza. Başka disiplin ve düşünürlerin getirdiği terimlerle de buluşturulabilir. Örneğin eski paradigma, sosyal hayatta Pierre Bourdieu’nün habitus dediği yoğun kültürel alışkanlıklar bütünlüğünün bağlayıcılığına denk düşüyor. Paradigmatik körlüğü andıran bir diğer deyim ise “at gözlükleri” takmışlık (yani sağını solunu görmenin engellenmesi suretiyle, tek bir yöne gitmeye zorlanmak). Keza, sürekli “kutunun içinde” düşünmek yerine “kutunun dışında” da düşünebilmek (thinking outside the box), eski paradigmadan kurtulabilmeyi başka sözcüklerle anlatıyor.
Kuhn’un insanlığın tamamı açısından söyledikleri, kuşkusuz politika için de, kişisel hayatlarımız için de geçerli. Kendimden biliyorum, benim çocukluğumdan 40’ını aşmışlığıma kadar uzanan, şöyle böyle otuz yıllık eski paradigmamdan çıkışımın nasıl cereyan ettiği. Hem, parti çizgisinin kalıplarına riayet ediyor, hem de o çizgiyle çelişen gözlem ve şüphe tohumlarını biriktiriyor ama bastırıyordum — ya da bastırıyor ama gene de biriktiriyordum — içimde. Bir gün geldi; Gorbaçov’la birlikte bütün o anıtsal teorik bina yıkılıverdi. Maoculuk açısından, önce Sovyetlerin 1950’lerden beri sosyalist olmadığı iddiası gitti. Ardından, sosyalizmden (revizyonizme) saptıkları için kötülemiş oldukları iddiası. İster istemez, sosyalizm yüzünden kötüledikleri ihtimaliyle yüzyüze kaldım. Bütün o şuuraltıma attığım eleştiri fragmanları satha fışkırdı ve birleşti, bütünlendi. Gerisi çorap söküğü gibi geliverdi.
Tersi, yani yüzleşmemek ve sorgulamamak ise, kuşkusuz 20. yüzyıl komünizminin ana mecrasının kaderi. Buna, yarınki yazımda geleceğim. Öte yandan, hemen eklemeliyim ki bugün Türkiye’nin siyaset sahnesi de belirgin bir paradigma kayması yaşamakta. Hem iktidar, hem muhalefet açısından. CHP’de, Atatürkçü fabrika ayarlarına karşı, benim uzun süre olamayacağını sandığım bir reddi miras belki artık gündemde. AK Parti’yi ise (Vahap Coşkun’un dikkat çektiği üzere) belki bir çözülme süreci beklemekte. Medyaya bakın, yeter. Bir zamanlar Galile’yi sindirebilen Engizisyon sorgucularının şimdiki muadilleri, herkesi kolayca korkutup susturamıyor artık. Pandora’nın Kutusu gerçekten açıldı. Bazı seçkin ekran yüzleri, hemen daha ortalama bir çizgi arayışına girdi. Son beş yılın döviz ve faiz politikaları hep hatâlı. Ekonomi bu yüzden inişe girdi. Neyse ki bedeli 13,000’de kaldı. Ama üzerine bir de 31 Mart seçiminin yenilenmesi kesinlikle yanlış oldu. 9 puan fark bu yüzden oluştu. Ankara’da bürokrasi çalışamaz hale geldi — herkes herşeyi cumhurbaşkanından beklediği ve onun onayı olmaksızın hiçbir adım atılamadığı için. Başkanlık sistemi yanlış. En azından, bu kadar merkeziyetçi bir başkanlık sistemi yanlış. Acaba parlamenter sisteme mi dönmeli? Ya da hiç olmazsa Anayasanın “tarafsız cumhurbaşkanı” emri mi geçerli kılınmalı? Cumhurbaşkanının yerel seçimlerde dahi bu kadar taraflı ve militan bir rol oynaması, geri mi tepiyor halkın gözünde? Televizyonlarda, 2012-13’ten bu yana adım adım sislere gömülen, 2016’dan bu yana ise büsbütün konuşulamaz hale gelen bu ve benzeri pek çok eleştiri, ansızın tekrar gündemde.
Sapere aude! demişti Immanuel Kant, 1784’te yayınlanan “Aydınlanma Nedir?” (tam başlığıyla, Aydınlanma Nedir Sorusuna Cevap; Beantwortung der Frage: Was ist Aufklärung?) makalesinde. Evveliyatı vardı. Horatius’un İÖ 20’da çıkardığı Epistularum liber primus’taki (Mektuplar: Birinci Kitap), Dimidium facti qui coepit habet: sapere aude (Başlamak işin yarısıdır: bilmeye cesaret edin) dizesini yankılandırıyordu.
Evet. Bilmeye cesaret edin. Düşünmeye cesaret edin. Bilinci başkasına teslim ve emanet etmeyin. Kendi kafanızla düşünmeye cesaret edin. Kendi aklınızı kullanarak düşünmeye cesaret edin. Horatius’tan 2039, Kant’tan 235 yıl sonra, bu çağrı bugün de geçerli.