[18.6.2019] İşçi sınıfının sosyalist devrimiyle alaşağı edilecek ve mülksüzleştirecek olan burjuvazi kimdi, neydi, neredeydi? 1848’de Komünist Manifesto’yu yazdıkları sırada, Marx ve Engels’e göre oldukça açıktı mesele. Sınıf düşmanı büyük banker ve sanayiciler ile büyük rantiye toprak sahipleriydi. Öngördükleri on temel önlemden beşi bu kesimlere yönelikti (kendi sıralamamla, ama Manifesto’daki sıra numaralarıyla aktarıyorum): (5) Devlet sermayesiyle kurulacak bir millî bankanın mutlak tekeli aracılığıyla, bütün kredi mekanizmasının Devletin elinde toplanması. (6) Bütün ulaşım ve iletişim araçlarının keza Devletin elinde toplanması. (7) Devlet mülkiyetindeki fabrika ve diğer üretim araçlarının yaygınlaştırılması [= sanayide de büyük bir devlet sektörü]. (1) Toprakta özel mülkiyetin toptan ilgası ve bütün rant gelirlerinin kamusal amaçlara hasredilmesi. (4) Bütün âsî ve mültecilerin [dışarıya kaçanların] mal ve mülklerine el konulması [= karşı-devrimcilerin mülksüzleştirilmesi]. Bu kadarı mevcut burjuvaziyi tasfiyeye yeterli sayılıyor; (3) bütün miras haklarının ilgası ve (2) yüksek ve son derece müterakki bir gelir vergisi ise, söz konusu burjuvazinin yeniden üremesini önlemeyi amaçlıyordu.
Diğer üç madde, eğitim ve üretim süreçleriyle ilgiliydi: (8) Herkes mutlaka çalışmakla yükümlü olacak. (9) Tarım ile imalât sanayisi kaynaştırılacak; nüfusun ülke sathına daha dengeli bir şekilde yayılması sayesinde, kır-kent ayırımı adım adım ortadan kalkacak. (10) Devlet okullarında herkes parasız okuyabilecek. Sanayide çocuk emeği “bugünkü şekliyle” (!) kalkacak, ama eğitim, sanayi üretimiyle [başka bir şekilde?!] birleştirilir olacak. Bunlardan hele (9)’uncusunun inanılmaz naifliği ve basitçiliğini şimdilik koyalım bir kenara. Asıl önemli olan şu ki Komünist Manifesto, buradan derhal “sınıf farkları ortadan kalktığında ve bütün üretim milletin tamamının alabildiğine geniş birliğinin ellerinde toplandığında, devlet iktidarının siyasî karakterini yitireceği”ne geçiyor; tersten söyleyecek olursak, “sınıf farklarının ortadan kalması ve bütün üretimin milletin tamamının ellerinde toplanması”nın (başka bir deyişle, ülke çapında sosyalist mülkiyetin tesisinin), yukarıdaki on politikayla gerçekleşebileceğini tasavvur ediyordu.
Düşünebiliyor musunuz: 19. yüzyıl ortalarındaki doğum ânında, bu kadarcıktı Marksizmin kapitalizmi yıkıp sosyalizmi kurma projesi; hem (arzu edilirliği bir yana) sınıfları ve sınıf farklarını kaldırmak gibi devâsâ bir amaç formüle ediliyor, hem de bankalara, fabrikalara, ulaşım araçlarına ve toprağa el koyup, bir de miras devrini engellemek ve zenginlerden çok daha fazla vergi almak suretiyle bu amaca — hem de kısa zamanda — ulaşılacağı varsayılıyordu.
Tarih pek bu yönde gitmedi kuşkusuz. 20. yüzyılın çalkantıları içinde, şu veya bu şekilde iktidara gelen her komünist partisi, aslında bu projenin imkânsızlığına tosladı. Ama tabii imkânsızlık olarak algılamadılar bunu. Sadece, kapitalizmin ve burjuvazinin kökünü tamamen kazımanın, elbette mümkün ve gerekli olmakla birlikte, ilk başta sanıldığından çok daha zor olacağı; dolayısıyla çok daha uzun ve çetin bir “proletarya diktatörlüğü” ve “sınıf mücadelesi”ni kaçınılmaz kıldığı biçiminde teorileştirdiler. 19. yüzyıl Marksizminden türeyen 20. yüzyıl komünizminin, (ütopik diye dudak büktüğü Saint-Simon ve Fourier’leri bir bakıma çok aşan) kendi hayalciliğine bulduğu çözüm, bu açımasızlık oldu. Bu da sonuçta, çok daha fazla insanın canını çok daha fazla yakmalarına yol açtı. 1789’dan 1917’ye vâdedilenlerin aksine, devrimin azımsanan maliyetinin, devrimin abartılan kazanımlarını çok aşmasını beraberinde getirdi.