Ana SayfaYazarlarRuhumuzdaki şeytan (9) Marx, Engels ve sosyalizm

Ruhumuzdaki şeytan (9) Marx, Engels ve sosyalizm

[23.6.2019] Daha önce de çok yazdım, ama bu vesileyle bir kere daha tekrarlıyorum: Marksist teori aslında muazzam bir evrim geçirdi, sosyalizmin ne zaman gerçekleşeceği, ya da bir toplumun sosyalizme ne zaman ulaşmış sayılabileceği, ya da “proletarya diktatörlüğü”nün ne süreyle gerekli olduğu konusunda.

 

(1) İlk başta, örneğin 1848’in Komünist Manifesto’sundan 1852’nin “Weydemeyer’e Mektup”una uzanan görece erken bir düşünce aşamasında, kapitalizmden sosyalizme geçiş hayli çabuk ve kısa olacak gibiydi. Devrimin (ihtilâlin) kendisi nasıl bir şekil alacaktı? Marx ve Engels buna hemen hiç kafa yormadılar. Onların meselesi, öncelikle “tek yol devrim” fikrini yerleştirmekti. 20. yüzyılın devrim stratejisi tartışmaları (Sovyet tipi mi Çin tipi mi, kentlerden kırlara mı kırlardan kentlere mi, yoksa gerilla foco’ları ve öncü savaş mı) çok uzaklardaydı henüz. İçinde yaşadıkları, onları çevreleyen realite ise, bir, Fransız Devrimi ve iki, 19. yüzyılın kapitalist şehirleşmesiydi. Dolayısıyla siyasî iktidarın, çok net ifade edilmese de Bastille’in Zaptı ve diğer “1789 Günleri” benzeri bir (dizi) kent ayaklanmasıyla ele geçirilmesi muhtemeldi (Marx’ın Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, 1848-50 başlığı altında derlenen Neue Rheinische Zeitung makalelerine Engels’in yazdığı önsöz de bunu doğruluyor.)

 

(2) Fakat asıl önemli olan şu ki, bundan sonra burjuvazinin mülksüzleşmesinin de aynı hız ve kolaylıkla gerçekleşmesi öngörülmekteydi. 19 Haziran’da yayınlanan Ruhumuzdaki şeytan (7)’de bunun altını özellikle çizmiştim. Bu da, Marx’a göre proletarya diktatörlüğünün işlevinin tamamlanması anlamına gelecekti. Sözünü ettiğim “Weydemeyer’e Mektup”ta (5 Mart 1852) Marx, sosyo-politik düşünceye veya toplumsal bilimlere (ne derseniz deyin) kendi orijinal katkısını, (a) sosyal sınıfların varlığının “üretimin tarihsel gelişmesinin” belirli dönemleriyle [= belirli bazı üretim tarzlarıyla] sınırlı ve geçici olduğunu; (b) bu tarihî “sınıflı toplum” aşamasındaki “sınıf mücadelesi”nin, zorunlu olarak “proletarya diktatörlüğü”ne götüreceği; (c) söz konusu “proletarya diktatörlüğü”nün ise sadece bir “geçiş” — “bütün sınıfların ilgası”na ve “sınıfsız bir toplum”a geçiş demek olduğunu… göstermiş olmak biçiminde tanımlamaktaydı. Şimdi bunu, 1848’de Komünist Manifesto’da öngörülen on temel önlem ile yanyana koyalım. Âşikâr ki “sınıfsız toplum”a geçiş o kadar da zor ve uzun bir şey değildi. Sosyalizmin kurulmasıyla özdeşti. Çabucak tamamlanacak ve ondan sonra proletarya diktatörlüğüne de gerek kalmayacaktı.  

 

(3) Başka bir deyişle, 1850’lerde Marksizmin kurucuları için henüz sosyalizmden kapitalizme geri dönüş tehlikesi diye bir şey mevcut değildi. Sosyalizm tarihin zorunlu gelişme yönünü temsil ediyordu; bir kere kurulduktan sonra yıkılabilir olması, Marx ve Engels’in teorik algısının dışında kalıyordu. Proletarya diktatörlüğü kapitalizmin restorasyonunu önlemek için değil, bizatihî kapitalizmi alaşağı etmek için gerekliydi. Bu da, görece “kısa süreli” olması demekti.

 

(4) Gerek Marx (ö. 1883), gerek Engels (ö. 1895), daha sonraki yıllarında bu proletarya diktatörlüğü teorisi üzerinde pek durmadılar. Kavramın kendisini dahi pek az telâffuz ettiler. Bu konuda, sırf metinler açısından bakacaksak (bunun üzerinde çok ısrar edilmemiş, geçici bir fikir veya hipotez olabileceği yaklaşımıyla) Kautsky haklı, (tek başına Marksizmin özü ve esası, temel direği olduğu iddiasıyla) Lenin haksızdır. Bu açıdan Lenin’in Devlet ve İhtilâl ya da Proletarya Diktatörlüğü ve Dönek Kautsky’deki çeşitli sert ve saldırgan polemikleri, illâ proletarya diktatörlüğü tekrarları, eğer bir mümin gözüyle, yani paradigmanın içinden bakmazsanız, hele bugün kof ve demagojik bir retorikten ibaret kalıyor.      

 

(5) Mamafih, sonraki yıllarda meydana gelen önemli bir değişim vardır, ama devrim ve diktatörlük konusunda değil, Marx ve Engels’in kapitalizmi yıkıp sosyalizmi kurmanın (ya da, kapitalizm ile sosyalizmi ayrıştırmanın) kolaylığına ilişkin düşünceleri üzerinde yoğunlaşıyor. Bu açıdan, Gotha Programı’nın Eleştirisi (Marx, 1875) ve Erfurt Programı’nın Eleştirisi (Engels, 1891) başlıklı iki küçük metin son derece önemlidir. Özellikle Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde Marx, ilk defa “sosyalizmin iki aşaması” diye yepyeni bir ayırım getirdi. Buna göre, hemen devrim sonrasındaki “sosyalizmin ilk aşaması”nda bazı şeyler kapitalizmden pek de farklı olmayabilirdi. Zira henüz ekonomik kıtlık koşulları geçerli olacak; emekçiler “emeklerinin kısıtsız, eksiksiz ürünleri”ne doğrudan ve tamamen temellük edemeyecekti. Bir kere, üretimin bir bölümünün yatırıma yöneltilmesi gerekiyordu ki basit değil genişletilmiş yeniden-üretim gerçekleşebilsin (bunun kapitalist sermaye birikimi ile farkı, “bütün toplum yararına” tasarlanması ve gerçekleştirilmesiydi). İkincisi, tüketimin de “sosyal tüketim” ile “bireysel tüketim” arasında ikiye ayrılması gerekecek; işçiler (parasız eğitim veya sağlık hizmetleri gibi) “sosyal tüketim” olanaklarının yanısıra, ürettiklerinin bir bölümünü (ama sadece bir bölümünü) ister istemez ücretleri aracılığıyla, kendi bütçeleri çerçevesinde para harcayarak yapabileceklerdi. Dolayısıyla üç, bu henüz “ücret formu”nun geçerliliğini koruması demekti.  

 

(6) Marx’ın açık-örtük apolojileri, savunma mekanizmaları hazırdı kuşkusuz: benzerlik sadece biçimsel bir benzerlikti; yoksa o “form”un ardında, işçiler artık ücretlerini kapitalistlerin değil tüm toplumun mülkiyetindeki işletmelerden alıyor olacağı için, (güya) bambaşka bir içerik yatıyordu (yatacaktı). Buna karşı kestirmeden diyebilirim ki pratikte hiç ama hiç öyle olmadı: Sovyetler Birliği’nin, Çin’in ve bütün diğer sosyalist ülkelerin tecrübesi, emekçilerin gerek devlete, gerekse o devletin mutlak veya yarı-denetimi altındaki bütün sanayi ve tarım işletmelerine (kollektif çiftlikler dahil) yabancılaşma düzeyinin kapitalizmi hiç aratmadığını ortaya koyuyor.  

 

(7) Öte yandan bu virajın (isterseniz artan gerçekçiliğin diyelim) başka bazı teorik sonuçları da oldu. Bir zamanlar “sınıfsız toplum”la kestirmeden özdeşleştirilen sosyalizm, artık öyle değildi. Kapitalizmden ayrıştırılmasının zorluğu çeşitli biçimlerde itiraf ediliyor ve dolayısıyla bu hali, “sosyalizmin birinci aşaması” olarak adlandırılıyordu. Asıl sosyalizm ise gelecekteki ikinci aşamaydı. Fakat sadece bolluk toplumu gerçekleştiğinde mümkün olabilecekti. Formel eşitlik içinde barınan eşitsizliklerin “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” kuralıyla aşılabilmesi, ancak o zaman mümkün olacaktı. Bunun da adına artık sosyalizm (= sosyalizmin birinci aşaması) değil, komünizm (= sosyalizmin ikinci aşaması) deniyordu.

 

(8) Özetle, 1840’lar ve 50’lerde görece kısa farzedilen “sosyalizme geçiş” momenti, 1870’lere gelindiğinde birden uzamış ve “sosyalizmin birinci aşaması”nın tamamına dönüşmüştü. Zamanla “bütün bir tarihsel dönem” olarak adlandırılacaktı. Gerçi Marx ve Engels’in kendilerinde, hâlâ restorasyon ihtimali mevcut değildi. Aynı şekilde, konunun proletarya diktatörlüğü teorisiyle yeniden bütünleştirilmesi de söz konusu değildi. Başka bir deyişle, 1850’lerdeki o proletarya diktatörlüğü fikrini alıp da, “şimdi artık sosyalizmin bu birinci aşamasının tamamı için geçerlidir” diye genişletmeye kalkmadılar. Ama sosyalizmin imkânsızlığını kabul etmeye (ve “sınıfsız toplum”u çok uzak bir geleceğe ertelemeye) yaklaştıkları ölçüde, bu adımın zeminini hazırladılar.

 

(9) Tabii, sosyalizmin işbu “birinci aşama”sını “sınıfların ve sınıf mücadelesinin, dolayısıyla geri dönüş tehlikesinin hâlâ mevcut olduğu bütün bir tarihsel dönem” olarak teorileştirenler de, “proletarya diktatörlüğü”nü bu tarihsel dönemin tamamına teşmil edenler de, asıl Lenin ve Stalin oldu.

 

- Advertisment -