İsa Tatlıcan’la 8 Eylül Salı günü konuştuk. Bant çözümlerini yolladı; ben üzerinden gittim ve tabii sonuç kısalması değil uzaması oldu. Bugün, yani 14 Eylül 2015 Pazartesi tarihli Sabah, röportajın ister istemez sadece en önemli noktalarını verebildi. Daha geniş metnini, Sabah.com.tr’nin yanı sıra, şimdi aşağıda da okuyabilirsiniz.
Temmuz ayından bu yana Türkiye yeniden savaşı konuşuyor. Bu konuda Serbestiyet’te iki yazınız da yayınlandı. Gerçekten PKK ne istiyor? PKK’nın kurulduğu dönemdeki hedefi Kürtler için Türkiye içinde özgürlük ve demokrasi değildi. Uzun süre Türkiyeli bir çözüm aramadı. İlk çıkış noktası bağımsızlıktı; ayrı bir devlet olmaktı. Zaman içinde, bir kere PKK Türkiye’den ayrılma hedefinden (en azından resmen ve lâfzen) vazgeçti. Amaçlarını daha çok “Türkiyeli” eşitlik-özgülrük arayışlarıyla sınırladı. İkincisi, buna paralel olarak Türkiye’de çok büyük gelişmeler oldu. Kürtlerin varlığını ve Kürt kimliğini inkâr politikası sona erdi. Temel bazı hak ve özgürlükleri tanındı ve tanınmaya devam ediyor. PKK sadece Kürtler için daha fazla özgürlük istiyorsa, bu savaşın hiçbir haklı gerekçesi yok. Tersten söyleyecek olursak; PKK hâlâ şiddete, silâhlı mücadeleye başvuruyorsa, demek ki başka bir hesabı var. Amaçlar ile yöntemler kabaca uyum içinde olur. Daha fazla hak ve özgürlük mücadelesi silâha cevaz vermez. İllâ silâh deniyorsa, adı konmamış da olsa en azından bölgesel bir iktidar, hegemonya, hattâ devletleşme hedefi sürüyor demektir. PKK son 10 yıldır Türkiye’de temel hak ve özgürlükler açısından meydana gelen değişimin farkında değil mi? Bence domuz gibi biliyorlar. PKK liderliği Türkiye’deki hak ve özgürlüklerin hem şimdiye kadarki reformcu evrimin, hem de AK Parti’nin demokratikleşme adımlarını atmaya devam edeceğinin, meselâ yeni bir anayasanın gündemde olduğunun pekâlâ farkında. Ve asıl bundan korkuyor ve bu gelişmeyi sabote etmeye çalışıyorlar. PKK demokratik bir yaşamın yerli yerine oturmasını istemiyor. İşlevsiz kalacağı için. PKK’nın barışı sabote etmekte ne gibi bir çıkarı olabilir? Bunun birkaç nedeni var. Bir kere, örgütün örgüt olarak kendi çıkarları, savunmak ve temsil etmek iddiasıyla yola çıktığı halkın çıkarlarının önüne geçiyor. Şiddet ve savaş doğrudan doğruya bir alışkanlık haline gelmiş. Bir iptilâ yaratmış. Kandil dediğimiz önderlik otuz küsur yıldır şiddetle yaşıyor. Şiddete dayalı bir yaşam ve yönetim tarzı oluşturmuş; silâh ve savaş müptelâsı haline gelmiş. Zaman zaman bazı yayınlar görüyorum. “Kürt partisi HDP ve onun silahlı kolu PKK” deniyor. Çok yanlış. Silâhlı şiddet örgütü PKK ve “onun yasal kolu (belki yarı-kuklası) HDP” dense daha doğru olur. Aynı şey değil mi? Aynı şey değil. Örneğin Marksist gelenekte ve model oluşturduğu birçok başka harekette, öncelikle siyasî bir parti kurulur. Bunun yanında, şartlara göre bir silâhlı kanat, bir gerilla gücü, giderek bir “halk ordusu” oluşturulur veya oluşturulmaz. Böyle bir silâhlı kanat vücut bulursa, parti merkez komitesinin mutlak kontrolü altında olur ve partinin emrinden çıkmaz. Savaş denirse savaşır; barış yapıyoruz dendiği anda silâhı bırakıverir. PKK böyle değil. PKK kendine parti demekle birlikte aslen bir ordu görünümü ve niteliğinde. Kongre yapmasının da bu açıdan çok ciddi bir hükmü yok. Askerî bir emir-komuta zinciri içinde kongre, komutanlık içinde esasen oluşmuş bir iradeyi dikte ettirmekten başka ne anlama gelebilir? PKK bu şiddet alışkanlığını terkedemez mi? Bir yandan çok zor, diğer yandan tümüyle imkânsız değil. Dediğim gibi, otuz yıldır bu şiddet alışkanlığını yaşıyorlar. Silâhlı güçleri üzerindeki otoriteleri buna dayanıyor. Örgüt içi hâkimiyetleri buna dayanıyor (düşünün ki geçmişte kendi saflarında 3000 küsur infaz söz konusu). Bölgedeki güçleri de buna dayanıyor. Şöyle bir şey onlara çok zor, çok uzak geliyor: Barış gelecek, demokrasi olacak. PKK kadroları silâhlarını bırakıp sivilleşecek. Bölgedeki bütün diğer partiler gibi, barışçı bir siyasî rekabet içinde yer alacaklar… Şimdiye kadar gücünü hep şiddetten alan PKK yöneticileri, bu tür, silâh tehdidine yaslanmayacakları koşulları nasıl göze alacak? PKK’ya “silâh bırak, düz ovada siyaset yap” çağrıları anlamsız mı sizce? Hayır, anlamsız değil; demokrasinin olmazsa olmazı olan normatif bir talep. Ama PKK’yı bir çıkmaza, ya da vahim bir karar ânına itekliyor. Şöyle bir şey düşünün: Cemil Bayık, Murat Karayılan, Duran Kalkan vb bölgeye gelecek; etrafında gerillaları olmadan herhangi bir birey gibi mahallelerde propaganda yapacak, halkla bire bir muhatap olacak. Kandil’in tepelerinde Olimpos tanrıları gibi efsanelere bürünmüş vaziyette yaşamayı bırakıp, sıradan insanlarla yüz göz olarak sivil siyaset yapacak ve oy toplayacaklar. Kendilerinin de birer fâni olduğunun ortaya çıktığı bir ortamda aldıkları oy oranına razı olacaklar. Böyle bir şey düşünebiliyor musunuz? Bu, bir yandan kaçınılmazlık. Diğer yandan, akıllarını yatırmaları çok zor, çok büyük insiyatif ve cesaret gerektiren bir sıçrama. HDP’nın yapmaya çalıştığı sivil siyaseti nasıl açıklayacağız bu durumda? Biraz yarım yamalak bir “sivil”lik bu. Zira HDP de PKK’nın ve silâhların gölgesinden çıkamıyor. Öncelikle PKK liderliği, sivil siyasete güvenmiyor ve HDP’nin bağımsız bir kişilik peydahlamasını istemiyor. Onlara kalırsa, herşey ancak silâhla kazanılıp korunabilir; silâh yoksa, kendi başına HDP hükümete hiçbir şey kabul ettiremez. Bu yüzden, HDP liderleri ne zaman birazcık bağımsız ve kişilikli lâflar edecek olsa, hemen PKK tarafından hadleri bildiriliyor. Hizaya girmeleri ve çizmeden yukarı çıkmamaları isteniyor. Madalyonun diğer yüzünde, HDP de bu “himaye”ye müptelâ gibi. Nitekim HDP’nin 7 Haziran’da aldığı oyu, PKK’nın gençlik yapılanması denen YDG-H milislerinin bölgede estirdiği terörden bağımsız düşünemeyiz. Buraya gelirken yolda Demirtaş’ı dinliyordum. Iğdır’daki [15 polisin öldüğü] PKK eylemi hakkında konuşuyor. “Seçimler yapılacak, biz seçimden korkmuyoruz, kesinlikle seçim istiyoruz” diyor. Ama aynı zamanda AK Parti’yi “bölgede terör estirebilmek için seçimlerin şiddet ortamında yapılmasını istemek”le suçluyor. Öyle iki yüzlü bir yalancılık ki bu! Bütün seçim kampanyası öncesinde ve sırasında, bölgede şiddet rüzgârları estiren, PKK. Son savaşı çıkarıp sürdüren de PKK. Yani seçimlerin savaş sürerken yapılacak olmasından AKP değil PKK sorumlu. Ama Selâhattin Demirtaş, AKP’yi seçimlerin savaş ortamında yapılmasını istemekle suçlayabiliyor! Bence bunun altında, her an seçimlere yan çizebilecek bir tavır var. Çünkü Demirtaş da biliyor ki PKK, HDP’nin seçime katılmasını istemiyor. Bu yüzden kaypak, yanar döner mesajlar veriyor. PKK seçimi ve HDP’nin seçimlere katılmasını istemiyor mu? Bence bu olayların, özellikle Dağlıca ve Iğdır gibi büyük saldırıların, ya da Cizre’deki gibi silâhlı “özyönetim” (yani düpedüz iç savaş) ilânlarının ve onları izleyen şiddetli sokak çatışmalarının artık aslî amaçlarından biri, seçimleri yapılamaz kılmak. PKK’nın seçim istediği kanısında değilim. HDP’nin de seçime girmesini istemiyor. Buna önce bağımsız Kürt aydınlarından Galip İlhaner dikkat çekti. Ben onun verdiği bilgilere dayanarak 11 Ağustos’ta televizyonda söyledim. Ahmet Hakan’ın yaptığı bir röportajda Altan Tan doğruladı. Ardından Yeşiller Partisi’nden, Avrupa’da Demirtaş’la görüşen Cem Özdemir doğruladı. Son olarak da PKK Yürütme Komitesi’nden Muzaffer Ayata, 10 Eylül’de Özgür Gündem’de yayınlanan bir yazısında CHP ve HDP’yi seçimleri boykot etmeye çağırdı. Çünkü bir, başlattıkları savaşa doğrudan doğruya Kürt halkının ne kadar tepki duyduğunun ve bunun doğuracağı oy kaybının görülmesini istemiyorlar… PKK seçimi erteletmeyi başarabilir mi? Bilmiyorum. Sanmıyorum. Ama iki, şu da âşikâr ki, Türkiye’ye ve dünyaya seçimlerin göstermelik olduğu, aslında seçim yapılamadığı, sadece AK Parti’nin kendi kendine bir seçim yaptığı görüntüsünü verebilseler, çok mutlu olacaklar. Batı’nın Türkiye’de bir diktatörlük olduğu zırvalığına iyice kanaat getirmesi isteniyor. Şimdi bakın, önümüzdeki günlerde bu “sahte seçim” ve “boykot” fikirleri bir kısım eski solcu aydınlar, örneğin Baskın Oran’lar, Cengiz Çandar ve Cengiz Aktar’lar, Hasan Cemal’ler vesaire tarafından da ufak ufak yazılıp çizilmeye ve bildirilere girmeye başlarsa, derken oradan da New York Times’a, Le Monde’a, BBC’ye, Wall Street Journal’a filân sıçrarsa, olmayacağını umarım ama olursa, pek şaşırmayın derim. Peki bundan Kürtlerin ve Kürt siyasetinin nasıl bir kazanımı olabilir? Kürtlerin ve Kürt siyasetinin bundan hiçbir şey kazanacağı kanısında değilim. Ama artık PKK’nın çıkarları ile Kürt halkının çıkarları farklı şeyler. Kürt halkının demokrasi ve ekonomik refah açısından bundan kazanacağı hiçbir şey yok. Aksine, Temmuz’dan bu yana muazzam kayıpları var. Herkes ve herşey Güneydoğu’nun bu “özyönetim”ler ve şehir savaşları yüzünden yıkım içinde olduğunu, tam bir felâket bölgesine dönüştüğünü söylüyor. Bugün PKK Kürt halkı için değil kendi hegemonyası için savaşıyor. Nihai hedef ne peki? Adı konmamış bir devletlilik hali isteniyor. Son derece katı, neo-Stalinist, belki Kuzey Kore gibi bir sistem olacak; PKK liderleri yönetecek; nasıl Kuzey Irak’taki Kürt Özerk Bölgesi’nin resmî askerî gücü peşmerge olduysa, PKK gerillaları da KCK tüzüğünün uygulanacağı bu “demokratik özerklik” veya “özyönetim” aldatmacasının “özsavunma” gücü olarak meşruiyet kazanacak. “Şeklen ayrılmamış olalım ama biz yönetelim ve devlet de bize dokunmasın.” Bunu kabul ettirmek için savaşıyorlar. Kürt halkı PKK’nın yönettiği bu tür bir “özerklik” altında yaşamak ister mi? PKK, Kürtlerin tarihsel mağduriyet mirasına ve Kürt halkının koruyuculuğu misyonuna yaslanmaya devam ediyor. Son savaşı başlatırken de bu mağduriyet zırhına sığındı; gene her şeyi bu sayede haklı gösterebileceğini sandı. Ama son haftalarda Kürt halkından belirli bir tepki ve isteksizlik, soğuma, uzak durma gözleniyor. Nereye kadar gider bilmiyorum. Eğer PKK bu savaşı daha da uzatır ve Güneydoğu’daki yıkım derinleşirse, üzerine bir de HDP’yi seçime sokturmama binerse, bu homurdanmalar artabilir. Burada AK Parti’nin kalan bir buçuk ayda izleyeceği politikalar da çok önemli. Terörle mücadele edilirken, bölge halkına önemli reform, anayasa, özgürlük ve eşitlik mesajları verilmesi gerekir. PKK son dönemde bazı ilçelerde “özyönetim” ve Türkiye’ye karşı “iç savaş” ilân edecek kadar bir özgüven patlaması yaşıyor. Sizce bunun kaynağı nedir? Bir kere, “yaşıyor” değil “yaşadı” (yani geride kaldı ve yanlış çıktı) demek daha doğru olur. Böyle bir hayale kapıldılar, çünkü Irak ve Suriye’de merkezi otoritenin kalmaması, PYD’nin Suriye’deki başarısı, IŞİD ile mücadeleleri ve HDP’nin aldığı oy oranı PKK’nın başını döndürdü. Batı’nın Erdoğan’a karşı önyargılı ve Türkiye hakkındaki her olumsuz habere inanmaya yatkın olması da PKK’ya bir özgüven getirdi. ABD’nin Türkiye devletini değil PKK’yı tercih edeceğini dahi düşündüler. Bu savaşa girmelerini kolaylaştıran yanlılsamalarını bu şekilde sıralayabiliriz. Taraf’ta başlayan “demokrasi olmazsa barış olmaz” söylemi sol liberaller tarafından barışı sabote etmek için kullanıldı. Bu söylem nasıl gelişti? Bu, eski Taraf’ın 2013 başlarındaki son demlerinde baş gösteren bir gelişmedir. Neşe Düzel’in gazeteye dönmesiyle bağlantılıdır. Selâhattin Demirtaş ile o röportajı Neşe Düzel yaptı. Ona ısrarla “demokrasi olmazsa barış olmaz” dedirtmeye çalıştı ve başardı; sonra da o manşeti attı ve bu, eski Taraf’ın sonunu getirmede tâyin edici adım oldu. Siz bu kavramı sevmiyorsunuz ama yine de kullanacağım: “Sol liberal”lerin barış konusunda bu kadar isteksiz olmaları, PKK’yı bile bu konuda karamsar bir çizgiye itmeye çalışmaları nasıl açıklanabilir? Bir, tarihî açıdan “dâvâsız” kalmayı hazmedemeyip, kendine yeni bir radikalizm nişi aramak. İki, teorik alışkanlıklar sonucu vazgeçilemeyen maksimalist bir devrim ve silâhlı mücadele fetişizmi. “Dost dost ille kavga.” Üç, gene aynı teorik alışkanlıklardan türeyen bir “ezilen millet, ezilen milliyetçilik” hayranlığı. Dört, AKP ile müttefik konumda kalmak ve bu yüzden mahalle baskısına uğramak yüzünden derinleşen bir rahatsızlık. Duygusal-düşünsel şantaja göğüs gerememek. Beş, bu yüzden, ilk hangi fırsatta konum değiştirip “artık ilerici barutu tükenen” AKP’ye muhalif konuma geçeriz diye bahane aramak. Son iki faktörün tâyin edici rol oynadığı kanısındayım. Ama bu çok saçma bir şey. “Aman çözüm süreci zorlaşsın, uazyıp gitsin, sürüncemede kalsın, AK Parti’nin bir aldatmacasına indirgensin.” Kökeninde AK Parti düşmanlığından başka bir şey yok. “Aman AK Parti bundan başarı elde etmesin, çözüm sürecinin başarısı AK Parti’nin hanesine yazılmasın.” AK Parti’yi bir punduna getirip anormal yöntemlerle devirmek isteyenler bunu barıştan üstün tuttular. Bunu gelecekte tarihçilerin ısrarla yazacağını ve bunu yapanlara çok ağır bir fatura çıkaracağını düşünüyorum. Sol liberallerin Erdoğan’ı devirmeyi barıştan daha öncelikli gördüğünü söylediniz. Bu Erdoğan düşmanlığının kökeninde ne var? Bir, geleneksel siyasetin “merkez”inden, solun da ilerici diye tolere edebileceği Kemalist, otoriter-modernist elitlerin içinde değil, “çeper”inden, “taşra”sından geliyor. Yani bir “düzmece” (pretender), bir “yeniyetme,” bir “gâsıp” (usurper). Prensip olarak “gayrimeşru.” İki, dindar, Müslüman. Türkiye’nin yakın tarihinin büyük fay hattının “öte” yakasından. Üç, büyük bir tecrübe birikiminden de yararlanarak, güçlü ve dişli çıktı; boyun eğmedi, hizaya getirilemedi, devrilemedi; tersine hep kazandı; Atatürkçülere, ulusalcılara, laiklere, solculara yenilgi üzerine yenilgi yaşattı. Dört, tabii hatâlar da yaptı ve bunlar nefretin bahanesi oldu. 2002-2012 arasında askerî vesayetin tasfiyesi temelinde AKP ile ittifak yapan kesimler nezdinde Erdoğan’ı nefret objesi haline getirmeye çalışma girişimi, Taraf’ın yukarıda değindiğim son dönemine rastlar. 2011’den sonra başlayıp gelişti; Gezi ve 17-25 Aralık 2013’ta doruğa çıktı. Perde arkasında ne olmuş olabileceğine girmek istemiyorum. Beni entrikalardan çok ideoloji ilgilendiriyor. Sol aydınların bazı zihinsel alışkanlıkları olageldi. “Teori bizim, tarihin yönünü biz biliyoruz, makro tabloyu biz görüyoruz, buradan kaynaklanan bir entellektüel üstünlüğümüz var.” Böyle bir kibir, kendini büyük görme söz konusu. “Sol olarak biz AK Parti’yi kullanıyoruz. AKP bizim işimize görüyor. İlerici potansiyelinin devam ettiği yere kadar destekler, bütün ‘burjuva partileri’ gibi onun da devrimci barutunun kaçınılmaz olarak tükendiği yerde yolumuzu ayırır ve haddini bildiririz. Nasıl olsa bu ilkel, cahil, köylü, alt tarafı Müslüman garibanlar bizsiz yapamazlar.” Meseleye böyle kısa vâdeli, taktik ölçüler içinde baktılar. Sosyolojik ve uzun vâdeli görmediler. Kendi etlerine butlarına bakmadan, toplumun büyük çoğunluğunu temsil eden, yüzde 35’ten başlayıp yüzde 50’ye tırmanan bir partiyi kendi terimleriyle algılamaya çalışmak yerine küçük görüp kendi kalıplarına uydurmaya kalktılar. Baştan beri AK Parti’ye inanmamışlar mıydı? Her zaman tedirgin baktılar. “Biz seçkin liberal ve/ya eski sosyalist aydınlar bilmeyecek de bu hödükler mi bilecek” gibi bir anlayış içine girdiler ve AK Parti’ye kendilerini dinlediği ölçüde değer verdiler. Söz geçiremediklerini düşündükleri noktada ise kötülediler. “Yapayalnız ve aydınsız kaldığını” yüksek sesle ilân ettiler. Feci bir yanılgı olması bir yana, bu tam bir megalomanidir. İşin içine dine güvensizlik, dinden ve dindar insanlardan korku da girdi. Marksist-Aydınlanmacı bir bakıştan kurtulamayış… Sol liberallerdeki Erdoğan düşmanlığında Gülen örgütünün etkisi olmadı mı? Özel olarak Taraf’ın son dönem serüveninde ve sol aydınların aldığı pozisyonda Cemaatin büyük bir rolü olmuş olabilir. Bu kadar keskin bir virajı başka türlü açıklayamıyorum. 1 Kasım seçimlerine 45 gün kaldı. Siyasi atmosferi nasıl görüyorsunuz? Zaten çok iyi bildiğim, yakından izlediğim bir alan değil. Ayrıca savaş koşulları çok büyük belirsizlik yaratıyor. Gene de en basit sonuç olarak şunu görüyorum: CHP pek bir şey kazanamayacak. Kendine özgü bir görüşü olmayan, fikrî açıdan en kısır, en köşesiz, en edilgen, en aciz parti CHP. Bir puan artarsa ne âlâ. AK Parti’nin oylarında bir artış görüyor musunuz? AK Parti şu durumda oyunu belki iki üç puan arttırabilir ve bunu biraz HDP’den, biraz da MHP’den alacak gibi görünüyor. MHP sert Türk milliyetçiliğinin ve derin devletin tek sözcüsü olmaya oynadı. Ama seçim hükümeti ve Tuğrul Türkeş konusunda hamlık yaptı ve fazla çuvallamış olabilir sanıyorum. AK Parti’deki oy artışı tek başına iktidarı getirebilir mi? Bilemem. Politikalarına bağlı. 7 Haziran sonrasındaki üç küsur ayı çok iyi götürdüler. Olgun ve dengeli bir profil verdiler. Özel olarak Ahmet Davutoğlu çizgisi ve üslûbuyla çok puan topladı: Şimdi de, başarılı bir taktikle erkene aldıkları kongreden çok birleşik bir görüntüyle çıkıyorlar. Bu koşullarda AKP demokrasi açısından cesur, kararlı, açık ve net politikalar üretebilir. PKK ile mücadeleyi daha fazla demokratikleşme ile aynı anda yürütebilir. Kürt halkına çok anlamlı seslenişlerde bulunabilir. “Şiddete hayır, demokratikleşmeye evet” mesajı verebilir. En önemlisi, daha fazla özgürlük ve eşitlik vaatlerini soyut bırakmayıp belirli bir takvime bağlayabilir. Yaparlarsa kazanırlar; yapmazlarsa, sırf Kürtlerin PKK’ya tepkisinin AKP’de büyük bir oy artışına yol açmayabileceğini düşünüyorum. – Son dönemde medya ilk kez PKK terörüne karşı net tavır koymadı. AK Parti düşmanlığı medyayı PKK seviciliğine kadar götürdü. Bunu nasıl açıklayabiliriz? PKK medyası ile Cemaat medyası arasında ciddi bir ittifak olduğu açık. Özgür Gündem, Sözcü, Zaman ve Taraf gibi gazeteler başlı başına bir karşı-devrim odağı haline geldi. Onlar “devrimci halk savaşı” diyorsa ben de böyle diyorum; “karşı-devrimci savaş” ve “karşı-devrimcilik odağı” diyorum. Çok farklı kökenlerden gelen bir takım güçler, olağan siyasete düşmanlıkta birleşti. Sizin “sol liberal” dediğiniz bazı eski sol aydınlar da bu anti-demokratik cepheye destek veriyor. Ama sonuç olarak yenileceklerini düşünüyorum. |
Sabah’taki röportaj: “PKK, HDP’nin seçime girmesini istemiyor”
- Advertisment -