[2 Şubat 2019] Hayatımın büyük bölümünü hemen tamamen laik, sol, Kemalist ve sosyalist kesimde geçirdim. Bu ülkenin İslâmî çoğunluğuna dışardan baktım. Apayrı bir dünya olarak algıladım.
Son üç beş yılda ise, nehrin öbür yakasına adım attım. Önce medya üzerinden, Müslümanların mahallesine girdim. Daha sonra, henüz kuruluş sürecindeki İbn Haldun Üniversitesi’ne dâvet edildim. Kabul ettim, çalışmaya başladım. Son yazımda dile getirdiğim gibi, “birlikte bir şey” yapıyoruz. Bu süreçte çevrem de genişledi. Yeni arkadaşlarım ve tonla yeni öğrencim oldu. Artık sırf dışarıdan değil, içeriden de bakıyorum. Ve dünya ve hayat hakkında çok şey öğreniyorum doğrusu.
Bir Fazıl Say olayı yaşandı örneğin. Başlıbaşına klasik müzik, hem daha çok laik alla franca kesimlerin beğenisi. Hem de bazılarının gözünde tek doğru, ileri, Batılı, olması gereken müzik. Yani kültürel bir tekel, bir tür fetiş, bir sınır taşı, ayırım çizgisi. Fazıl Say ise, çok esaslı bir piyanist olmanın ötesinde, bu kültür kampı ve ardındaki yaşam tarzının âdetâ en sivri simgesi haline geldi. Getirildi. Başka büyük virtüözler o kadar politize bir konuma girmedi. Fazıl Say ise birkaç yıl boyunca, Türkân Saylan’ın ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin müzik alanındaki muadili sayıldı.
Derken aynı Fazıl Say çıktı, Türkiye’nin mevcut kutuplaşmışlığını aşmak yönünde bir adım attı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı konserine dâvet etti. Cumhurbaşkanı da kabul etti bu dâveti. Her iki tarafta kıyamet koptu. Fazıl Say kendi mahallesinden ihanetle suçlandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ise, kâh Fazıl Say’ın geçmişte neler demiş olduğu, kâh klasik Batı müziğinin “kültürümüze yabancı”lığı hatırlatıldı. (Hemen ekleyeyim; benzer bir patırtı Ara Güler Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın fotoğraflarını çektiğinde de yaşanmıştı.)
Aklı selim sahibi kişilerin hakkını yemeyeyim; o gün de, bugün de, böyle bir zıtlaşma ve düşmanlaşma inadının yanlışlığı hakkında çok şey yazıldı zaten. Ben de kendi payıma, “Bir klasik Batı müziği piyanisti, konserine cumhurbaşkanını çağırmış. O da gitmiş, dinlemiş, kutlamış. Sanatın farklı bahçelerine girip çıkmak, değişik estetikleri tanımak fena mı? Dünya mı batar? Evrenin düzeni mi sarsılır?” cümlelerini eklemekten kendimi alamadım (Serbestiyet, 28 Ocak 2019).
Sonra… beklemediğim bir tepki, daha doğrusu katkı aldım, İslâmî kesimden. Yazımı okumuşlar; bir yerde karşılaştık, konuşuyorduk. Biri, “Hocam, değinmediğiniz bir şey var” dedi. “Evet, dâvet de güzeldi, dâvete icabet de. Ama bence Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir de sahneye çıkıp ödül vermesi yanlıştı. Her gittiği yerde, mutlaka Cumhurbaşkanı gibi davranıp olaya el koymasa daha iyi olmaz mı? Benim kanımca, sırf dinleyici olarak gidip izlemesi, evet, belki salonu selâmlaması ama sahneye çıkmaması çok daha iyi olurdu.”
Diğeri bu noktada lâfa karıştı: “Zaten hocam, bilmem hatırlar mısınız ama Semih Kaplanoğlu olayında da benzer bir şey cereyan etmişti. Buğday filmi 2017’de Adana’da ödül aldığında ve sonra törende Meltem Cumbul Semih Kaplanoğlu’nun elini sıkmadığında, Cumhurbaşkanı Erdoğan telefon açmış, Kaplanoğlu’nu kutlayıp dâvet etmiş ve Külliye’de ikinci bir gala düzenlemişti Buğdayfilmi için. Bana sorarsanız bu da yanlıştı, çünkü Cumbul’un sektarizmine karşı çıkarken bu sefer filmi ve rejisörü fazla sahiplenmiş, âdetâ siyaset adına kanadı altına almış oldu. Bunun Semih Kaplanoğlu için iyi değil kötü olduğunu düşünüyorum. Çünkü sanatının müstakil sesine zarar verdi. Tek bir kesime maletti. Bütün topluma seslenebilirliğinin aleyhine oldu.”
Tesettürlü iki genç kadın. Ben sadece aktarıyorum.