[9-10 Aralık 2018] Irkçılığı, sömürgeciliği, anti-semitizmi (ve bütün diğer kötülükleri) bir yana. Benim asıl derdim, Heinrich von Treitschke’nin devlete ilişkin fikirleriyle. Devleti öylesine mistikleştiriyor ve fetişleştiriyor, o kadar aşkınlaştırıyor (transcendentalize ediyor) ki, hukukun araçsallaştırılmasının — devleti temsil eden iktidarın (icra kuvvetinin) hukuk üzerinden ne isterse yapabilmesinin köşetaşı bu devlet oluyor.
Treitschke’nin siyaset konusunda verdiği dersler (konferanslar) ancak ölümünden sonra, Politik başlığı altında ve iki ciltte toplanmış. Her iki cildin eksiksiz çevirisi 1916’da Londra’da Politics başlığıyla yayınlanmış. Gerçi 1963’te Hans Kohn, daha kısa bir İngilizce versiyonun editörlüğünü de yapmış. Ama ben yıllardır (i) 19. yüzyıl tarihi; (ii) üç büyük ideoloji; (iii) bir yanda Liberalizm ile diğer yanda Nasyonalizm ve Sosyalizmin, bireye ve gerçek (hakikat) sorununa nasıl baktıkları; (iv) proto-faşizm; (v) İttihatçı milliyetçiliği; (vi) Ömer Seyfettin ve benzeri derslerimde, hep 1916 edisyonundan yaptığım taramaları kullanıyorum.
İlginçtir; birkaç onyıl sonra Carl Schmitt’in de yapacağı gibi, Treitschke doğrudan devlet üzerinden giriyor, politika konusuna. Demokrasi, farklı siyasî partiler, aralarındaki rekabet, seçimler vb hiç yok. Ahd-i Cedid’de Yuhanna İncili (John 1:1, King James Version) In the beginning was the Word, and the Word was with God, and the Word was God diye başlar (güncellenmiş resmî çevirisi “Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı'yla birlikteydi ve Söz Tanrı'ydı” şeklinde, ama ben Söz yerine Kelâm demeyi tercih ederim: “Başlangıçta Kelâm vardı, ve Kelâm Tanrıyla birlikteydi, ve Kelâm Tanrıydı” ). Hegel’den Treitschke’ye 19. yüzyıl Alman düşüncesinin ana mecrası (ve devamında, İttihatçı-Kemalist ideoloji) için bunun karşılığı, herhalde “Başlangıçta Devlet vardı… ve Devlet Tanrıydı” olmalı.
DEVLET FİKRİ
Sathî bir yakıştırma değil bu, çünkü çok tuhaf, Treitschke tıpkı Tanrıdan söz edercesine söz ediyor devletten. Âdetâ bir iman ve ibadet dili kullanıyor. “I THE STATE IDEA” (Devlet Fikri). Böyle başlıyor Politics’ine. Ve derhal, aynen Tanrı gibi hep büyük harfle yazdığı Devleti hem halkla, toplumla özdeşleştiriyor. Hem de tarih dışı, ezelî ve ebedî kılıyor: “Devlet, tüzel bir kişilik olarak birleşmiş bulunan halktır… Bu tanım Devletin ilksel ve zorunlu olduğu, tarih kadar kalıcı olduğu, insanlık için de konuşabilmek kadar gerekli olduğu anlamına gelir….” (s.3) Yetmiyor; devlet öncesi bir aşamanın mevcudiyeti fikrine belirtik biçimde saldırıyor: “Devlet (…) başından beri mevcuttur. Devleti doğal bir hali izleyen yapay bir şey gibi sunma çabası inanılırlığını tamamen yitirmiş bulunuyor.” (s. 3) Hobbes, Locke, Hume ve Adam Smith gibi “doğa durumu” (state of nature) teorisyenlerinden hiç hoşlanmıyor Treitschke. Zaten çoğu ön-liberal veya liberal. “Doğal Hukuk” arayışlarını “otoriteyi yönetenlerin iradesinden üstün bir kaynağa dayandırma” çabalarına bağlıyor — ve reddediyor. 18. yüzyılın “bireyin özgürleşmesi”ne yönelik “idealizmi” nin, “Devletin insan kaprislerinin bir ürünü olduğu ve öncesinde, Devletin olmadığı bir doğa halinin yer aldığı varsayımı”na yol açtığını iddia ediyor (s. 5).
Çok üsttenci, haylaz küçük çocukları affedici bir havayla söylüyor bütün bunları. İroniktir, zira günümüz antropolojisi, arkeolojisi, prehistoryacılığı ve tarihçiliği, Treitschke’nin “diskredite edildi” dediği devlet öncesi aşama tezini çoktan ve defalarca doğrulamış bulunuyor. Çağımızda bütün ciddî, bilimsel dünya tarihi veya insanlık tarihi kitaplarının ilk bölümlerinde, (artık bir siyaset bilimi terimi olarak “doğa durumu” denmese de) “insanoğlunun yeryüzündeki varlığının yüzde 99’unu” kapsayan devletsiz avcılık-toplayıcılık süreçleri veya kabile toplumu anlatılıyor. Yaradılışçılığın (creationism) dahi itirazı, hemen sadece insanın biyolojik evrimine. Yoksa, (a) tarımın günümüzden 10-12,000 yıl önce icat edildiğini; (b) devletin ve ilk devletli toplumların günümüzden 5000 yıl önce (İÖ 3000 dolaylarında) ortaya çıktığını… (sanırım Adnan Hoca veya Harun Yahya dahil) kimse cepheden yalanlamıyor, sübjektifleştirerek tartışmaya kalkışmıyor. (Yaradılışçı yaklaşım içinde bu bir boşluk veya çelişkiyse, bu da onların kendi sorunudur.)
Öte yandan, ilerledikçe anlıyoruz ki Treitschke’nin Hobbes, Locke ve takipçilerine itirazı, sadece devleti ezelden beri mevcut göstermesinden kaynaklanmıyor. Belki daha da kızdığı nokta, “toplum sözleşmesi” fikri. Zira Treitschke için devlet, hiçbir kayıt veya kontrata tabi olmayan (olmaması gereken) bir mutlaklık. Onun için o da (bu sefer anti-liberal) bir doğallaştırma operasyonuna başvuruyor. “Doğa hali” varsayımının karşısına, baba otoritesi ile devlet otoritesini aynılaştırmayı; babanın devlet veya devletin baba olduğu fikrini dikiyor (s. 6-7). Üzerine totolojik bir döngüsellik dikiyor. Hobbes ve Locke, “toplum sözleşmesi”yle, insanlar arasında oluşan (oluştuğunu düşündükleri) fiilî konsensüsleri kastederken, Treitschke bunu anlamazlıktan geliyor. Sanki formel hukuka uygun, noter tasdikli bir sözleşme söz konusuymuş gibi davranıyor. Halkın rızasının (popular consent) veya yönetilenlerin rızasının (the consent of the governed) gözetilmesi fikri Treitschke’de mevcut değil. Onun için, “Devleti, ancak o Devletin kendi içinde oluşabilecek bir sözleşmeye dayandıramayız” (s. 7) diye yazıyor. Buna, az ilerde başka bir iddia eklemlenmekte: “Esas itibariyle Devlet, kimsenin görüşünü sormak yerine itaat talep eder ve yasalarına, ister gönüllü ister gönülsüz uyulmasını ister. (…) Devletin öncelikle zorunlu kıldığı, kendisine boyun eğilmesidir; uysallıkta ısrarlıdır; Devletin özü, iradesinin gerçekleşmesidir” (s. 23).
Bu irade meselesi çok ilginç, çünkü bir, gelecekte Faşizm ve Nazizmin temel vurguları arasında yer alacak. Her iki akım kuvvetle iradeci (voluntaristic) söylemler peydahlayacak; koşulları hiçe saymaktan; âdetâ Nietzsche’nin übermensch’i gibi, salt iradî eylemlerle her türlü çemberi kırıp geçmekten dem vuracak; nitekim Führer, bir tür übermensch gibi yükselecek; Hitler sonunda iktidara geldiğinde, Leni Riefenstahl Nazi Partisinin 1934 Nuremberg kongresi ve gösterilerinden hareketle İradenin Zaferi (Triumph des Willens 1935; İng. Triumph of the Will) filmini yapacak. Daha demokratik, daha aşağıdancı, sivil toplumdan devlete yükselen bir yaklaşımla diyebiliriz ki, tek başına devletin bir iradesi yoktur; toplumdaki çeşitli kesimlerin, daha doğrusu o kesimleri temsil iddiasındaki parti ve benzeri kuruluşların farklı iradeleri vardır. İktidara gelirlerse, devlet aracılığıyla kendi iradelerini (politikalarını) hayata geçirmeye çalışırlar.
Ama hayır, Faşizm ve Nazizmde de böyle değil, Treitschke ve benzeri proto-faşist öncellerinde de. Çünkü iki, devlete tamamen bağımsız bir iradenin izafe edilmesi, devletin tek bir kişi/lik, bir şahıs ve şahsiyet gibi düşünülmesiyle elele gidiyor. Treitschke son derece net ve belirtik bu konuda: Devlet bir organizma, bir “heyet” (body) değil bir kişidir ve bu temelde, bu yüzden veya bu sayede kendi iradesine sahiptir (s. 18-19). Nasıl bir kişi (ve iradesi) bölünemezse, devlet (ve iradesi) de bölünemez. Madalyonun diğer yüzünde, nasıl (ayrı ayrı iradelerin sahibi) kişiler çoksa, (keza ayrı ayrı iradelerin sahibi) devletler de çok olmak zorundadır. “Devleti bir kişi gibi değerlendirdiğiniz anda, Devletlerin çokluğu da zarurî ve mantıkî olarak buradan türer. Nasıl, bireyin yaşamında ego [ben] aynı zamanda ötekinin [non-ego’nun, ben olmayan’ın] varlığını imâ ederse, Devlet için de aynı şey söz konusudur. Devletin güç [kudret, iktidar] demek olması, tam da kendisini, aynı derecede bağımsız başka güçlere [kudretlere, iktidarlara] karşı kabul ettirebilmek içindir. Savaş ve adalet tevzii en barbar Devletlerin dahi temel görevleridir” (s. 18-19).
Buradan Sosyal Darwinizme, yani devletler arasındaki beka mücadelesine çok kolay bir geçiş gündeme gelir. Treitschke’nin tarihte farklı kalite ve aşamaları algılamayan yatay, anti-antropolojik idealizmine göre, devletten ulus-devlete de kesintisiz ve kaçınılmaz, evrim bile demekte zorlanacağımız bir gelişmeyle ulaşılır. Böylece her zaman, her devlet gibi şimdi de (yani 19. yüzyılda da) her milletin siyasî tarihi, kendi yeteneğinin, uluslararası konumunun ve kaderinin ifadesi olur (s. 10-11). Bütün milliyetçiliklerde olduğu gibi Treitschke de, (yalnız devleti değil, zaten devletle özdeş saydığı) milleti (de) tek bir kişi, ya da en azından homojen bir kollektivite gibi tasavvur eder ve buradan, milletler arası mücadelenin övgüsüne, yüceltilmesine sıçrar (zamanının hayli naif, 1930’larda Ömer Lütfi Barkan’ın da paylaşacağı, ama bugün bize biraz komik gelen macho’luğunu da ihmal etmeyelim): “Tarihin yüz hatları erkeksidir, duygusal veya kadınsı tabiatlara uygun değildir. Sadece cesur kavimlerin bir varlığı, bir evrimi veya bir yarını olabilir; zayıf ve korkak olanlar ise yok olur ve hakkıyla yokolur. Tarihin azameti milletlerin sürekli, fasılasız çatışmasında yatar ve aralarındaki rekabetin bastırılmasını istemek aptallıktan başka bir şey değildir.” (s. 20-21)
Bu erkek ve savaşçı devlet fikri, ordu ve politika dışı bütün yaşam tercihlerini horlamayı da beraberinde getirir. Bismarck’ın genellikle sırası değiştirilerek “kan ve demir” (Blut und Eisen) diye tercüme edilen 1862 konuşmasındaki “Günümüzün büyük sorunları nutuklar ve çoğunluk kararlarıyla değil — 1848 ve 1849’un büyük hatâsı buydu — demir ve kanla [Eisen und Blut] çözülecek” cümlesine yansıyan Machtpolitik realizmi, Treitschke’nin “Devlet bir Güzel Sanatlar Akademisi değildir. İnsanın idealist özlemlerini öne çıkarmak uğruna kendi gücünü ihmal ederse, kendi tabiatını inkâr eder ve yokolur” (s. 24) ifadelerinde yankılanır. Kültür, sanat ve aydın (entellektüalizm) düşmanlığı, bir “toprak” ve topraksı değerler, “toprağımız”dan fışkıran değerler alternatifiyle elele gider (s. 44-45) — ki daha sonra bu da, “kan ve toprak” (Blut und Boden) biçimine bürünerek, köylücülüğün, bozulmamış kırsal faziletler hayalinin Nazi versiyonunun temel slogan olacaktır. 1815 Viyana Kongresi sonrasının Gentz ve Müller gibi Romantik Restorasyonistleriyle aynı doğrultuda, Treitschke için de Ortaçağda varolduğu vehmedilen, herkesin haddini bildiği ve çizmeden yukarı çıkmaya kalkmadığı sınıflararası uyum ve tamamlayıcılık, özlenen bir ütopyadır: “Yoksullara yağ çeken yapmacıklı sözler de duymayalım lütfen…. Sosyal dengeler genellikle korunur. Toplumun yukarı ve aşağı kademeleri arasında bir alışveriş olmalıdır ve nitekim vardır da. Zanaatkâr mesleğini ancak yukarı sınıflar sayesinde icra edebilir…” Madalyonun diğer yüzünde, sınıf mücadelesi yoktur (olmamalıdır), çünkü zaten toplum veya sivil toplum diye bir şey mevcut değildir: “… sadece öğrencinin zihninde varolan soyut sivil toplum kavramının gerçekte hiçbir karşılığı yoktur. Nerededir ki bunun somut, cisimleşmiş hali? Hiçbir yerde. Devletten farklı olarak toplumun hiçbir elle tutulur varlığı olmadığını herkes görebilir” (s. 45). Öte yandan, söyledikleri ve yazdıklarında çok dikkatli ve tutarlı olduğu söylenemez Treitschke’nin. Çünkü hemen aynı sayfalarda, toplumun da varlığını kabul eder, içindeki farklı çıkarların (belki sınıfların) da. Şimdi mesele çok daha nettir, sosyal mücadelelerin önlenmesi ve (millî) birliğin korunmasıdır: “Toplum birbiriyle çarpışan bir dizi çıkarı kapsar; öyle ki, bunlar kendi hallerine terkedilirse, kısa zamanda bir bellum omnium contra omnes [herkesin herkese savaşı] durumuna yol açar, çünkü doğal eğilimi çatışma yönündedir ve herhangi bir birlik özleminin izine rastlamak olanaksızdır” (s. 45-46). Bu nedenle, diyor Treitschke, mutlak devlet otoritesi gereklidir. İyi ama, “doğa hali”nden devletin tam da bu nedenle çıktığını savunan Hbobbes’un günahı nedir o zaman?
DEVLETİN AMACI
Daha “I. THE STATE IDEA” (Devlet Fikri) bölümünde Treitschke elini hayli açmış, niyetini belli etmiştir: herşey savaş etrafında dönmektedir. Değişik çağlarda değil aynı tarihsel dönemde (ve coğrafyada), yani birbirinden nitelik açısından pek farklı olmaması gereken, ama sadece nicelik bakımından ayrılan “küçük ve büyük devletler” arasında bir karşılaştırmaya girer örneğin (s. 34-35 vd). Âşikâr ki burada mesele, 1870 öncesinin bağımsız Alman devletçikleri, küçük krallık ve prensliklerine karşı büyük ve birleşik bir Almanya’yı savunmaktır. Fakat tipik olarak, somut realite ile ilgisi yokmuş gözüken, genel ve soyut bir argüman kurar: “Dolayısıyla işin bütün boyutlarını değerlendirdiğimizde, büyük Devletin daha soylu bir tür olduğu sonucuna varırız. Bu, özellikle adalet ve ocağı savunmak uğruna kılıç sallamak gibi temel işlevleri açısından geçerlidir. Her ikisi, küçük değil büyük bir Devlet tarafından daha iyi sağlanır. Küçük bir Devletin savaşta başarı açısından pek bir şansı olamaz” (s. 35).
Politics’in ilk altmış sayfasından sonra, “II THE AIM OF THE STATE” (Devletin Amacı) bölümüne geldiğimizde, bu vurgu adamakıllı ağırlaşıyor ve netlik kazanıyor. Önceki kişi ve irade yaklaşımını sürdürerek geliyor Treitschke: Devletin amacı gene kendisidir veya kendi içindedir. “Devleti bir şahsiyet olarak kavradığımızda, kendi amacını kendi içinde araması gerektiğini açıkça görürüz” (s. 61). Bu da savaştan başka bir şey değildir. Barışa ve barış yanlılarına (ya da savaş karşıtlarına) karşı, ilkin şöyle kükrer Treitschke: “Hiçbir Devlet savaşsız varolamaz. Bildiklerimizin hepsi savaş yoluyla vücut bulmuştur ve mensuplarını silâh yoluyla korumak birincil ve en temel görevleri olmaya devam etmektedir. Dolayısıyla savaş, ortada birçok Devlet mevcut olduğu sürece, tarihin sonuna kadar varlığını koruyacaktır. İnsan düşüncesinin kanunları ve insan tabiatının kanunları, başka her türlü alternatifi imkânsız kılar; kaldı ki, böyle alternatifler arzu da edilemez. Ebedî bir barış fikrine koru koruna iman ve ibadet edenler, ya Devleti izole etmek hatâsına düşerler, ya da evrensel bir Devlet hayaline kapılırlar, ki bunun da akla ve mantığa aykırı olduğunu görmüş bulunuyoruz” (s. 65).
Savaş taraftarlığı, derhal ırkçılıkla da birleşiyor: “Her şeyden önce yiğitlikleriyle temayüz eden Aryan ırklarına aptalca sonsuz barış vaazları vermek daima beyhude olmuştur” (s. 67). (Şimdi bu olmadı. Çünkü ben sadece “Türk” sözcüğü yiğit, cesur, güçlü, soylu, savaşçı, kahraman vb demek saınyordum. Ya da şu Aryan ırkları, Türkleri de kapsıyor mu acaba?)
Şaka bir yana, oradan da geliyoruz, benim açımdan en çarpıcı, en tâyin edici pasaja. Bir yandan Sosyal Darwinizm tavana vuruyor. Diğer yandan, beka derdine düşen devletin yüce gayesi ve dâvâsı yanında, birey olarak insan sıfıra irca oluyor:
“Hasta bir milletin biricik ilâcı hiç kuşkusuz savaştır. Toplumsal bencillik ve parti düşmanlıkları, varlığı tehlikeye giren Devletin çağrısı karşısında suspus olmak zorundadır. Birey de kendisini unutup, sadece bir bütünün parçası olduğunu hatırda tutmalı ve kamunun yararı karşısında kendi hayatının ne kadar önemsiz olduğunu kavramalıdır.
“Savaşın azameti, Devletin o muazzam tasavvuru karşısında bir hiçten ibaret olan insanın tamamen yokolmasında yatar. Bir ülkenin vatandaşlarının yekdiğeri uğruna kendilerini feda etmelerinin olanca görkemi savaşta gözler önüne serilir. Sapla saman savaşta biribirinden ayrılır” (s. 66-67).
YIL 2018
İki soru. (1) Bu nasıl bir retorik? Bu nasıl bir gergedan? Nasıl bir derisi kalın, sırtında yumurta küfesi olmayan yaşlı namussuz? Yüz küsur yıl sonra bugün, hâlâ sinirlenmemek mümkün değil; keşke adamı canlandırabilsek de getirip koysak, Birinci Dünya Savaşı’nın 17 milyon, İkinci Dünya Savaşı’nın en az 70 milyon ölüsünün önüne. Bugün müze olan toplama kamplarında gezdirsek bir. Siperlerde ölümü seyrettirsek (yukarıdaki resimde olduğu gibi) — makineli tüfeklerin biçtiklerini, mermi çukurlarında çamurlu sular içinde yüzü koyun yatanları, tankların ezdiklerini, karnı süngüyle deşilenleri, patlamaların blast etkisiyle çırılçıplak havaya fırlatılıp ağaçlara asılı kalanları. Bakalım, Erich Maria Remarque’ın Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’undaki lise tarih öğretmeni Kantorek’i haber verircesine, nasıl olsa kendisinin gitmeyeceği cephelere gencecik öğrencilerini bir an evvel göndermek için gene böyle cart curt nutuk atacak mı?
(2) Savaşın azameti. Devletin muazzam tasavvuru (veya telâkkisi; bugün vizyonu diyoruz). Bireyin hiçliği… Bunlar bu şekilde telâffuz edilebildikten ve egemen olduktan sonra, özgürlük, çoğulculuk, demokrasi, hukukun üstünlüğü, muhalefet, insan ve vatandaş hakları nerede kalır? Tersten söylersek; kendinizi sırf Treitschke’lerden oluşan, ya da sırf Treitschke’lerin konuştuğu bir toplumda düşünün. Hukukun araçsallaştırılmasının nasıl önüne geçilebilir, böyle bir ideolojik ortamda?
(Fakat nasıl sabırsızlanıyorum, şu diğer Nazi ve Sovyet hukukçularını da aradan çıkarayım; üç beş yazı sonra Treitschke ile Ömer Seyfettin’i, ardından bir de Treitschke ile Ömer Lütfi Barkan’ı yanyana koymaya.)