Dünkü (8 Nisan) Yeni Şafak gazetesinde, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nde dört akademisyeni vurarak öldüren araştırma görevlisi Volkan Bayar’la ilgili çok ilginç bir haber yer aldı. Gazete, verdiği dilekçelerle yüzden fazla meslektaşını ‘FETÖ üyesi’ olmakla suçlayan Volkan Bayar hakkındaki ‘iftiracı’ şikâyetlerini ‘sümen altı eden’ üniversite rektörünü topa tutuyordu.
O konu halen bulanık ama biz haberin tümüyle doğru olduğunu, Volkan Bayar’ın ‘FETÖ üyesidir’ diyerek iftira ettiği kişilerin rektörlüğe verdiği dilekçelerin gerçekten de sümen altı edildiğini kabul edelim ve bir an için düşünelim: Acaba o dilekçeler ‘sümen altı’ edilmeseydi ve yapılan soruşturma sonunda Volkan Bayar meslektaşlarını mesnetsiz bir biçimde ‘FETÖ üyesi’ olmakla suçlamaktan üniversiteden ihraç edilseydi, Yeni Şafak bu gelişmeyi nasıl haberleştirirdi?
O haberin nasıl bir şey olacağını anlamak için Yeni Şafak’ın 27 Temmuz 2017 tarihli, ‘ihbar etti, ihraç edildi’ başlıklı manşet haberine göz gezdirmek isabetli olur. Aşağıda bu haberi sizin için özetleyeceğim.
Haberin tam metni için:
https://www.yenisafak.com/gundem/ihbar-etti-ihrac-edildi-2763957
‘FETÖ’cüleri ihbar ettiği için’
Yeni Şafak’ın zikrettiğim haberi, “Görev yaptığı TCDD’deki çok sayıda ismi FETÖ’cü olduğu iddiasıyla CİMER, BİMER, savcılığa ve TCDD Teftiş Kurulu’na ihbar eden Kenan Ülkü’nün, hiç beklemediği bir yaptırımla karşı karşıya kalmasına” dairdi.
TCDD Teftiş Kurulu, ihbar ettiği isimlerden bazılarının ihraç edilmesine rağmen Ülkü’nün memuriyetine son vermişti.
Haberden öğrendiğimize göre, Kenan Ülkü adlı ihbarcı, toplam 139 kişi hakkında FETÖ’cü suçlamasında bulunmuş, fakat bunlardan sadece 13’üyle ilgili bilgi ve belge sunmuş. Kalan 126 kişi için sadece suçlamada bulunmuş.
TCDD Teftiş Kurulu, yürütülen soruşturmanın ardından 18 Mayıs 2017’de yapılan toplantı sonucu Ülkü’nün memuriyetine son verilmesine karar vermiş. Kararın gerekçesinde ise Ülkü’nün “Hakikate aykırı suçlamalarda bulunduğu iddiası” varmış. Gazetenin haberi şöyle devam ediyor:
“Ayrıca kararda, TCDD Personel Yönetmeliği gereği Ülkü’nün, 126 kez (belge vermediği iddia edildiği kişi sayısı) ‘kademe ilerlemesinin durdurulması’ cezasıyla cezalandırılması gerektiği, ancak aynı yönetmeliğin, ‘Bir olayda aynı cezayı gerektiren çeşitli suçların birleşmesi halinde ceza vermeye yetkili makamlar takdir haklarını kullanarak her suç için ayrı ceza verebilecekleri gibi suçlara karşılık olan cezayı şiddetlendirmek suretiyle bir üst derece cezayı da verebilirler’ hükmü uyarınca memuriyetine son verildiği kaydedildi.”
Yeni Şafak, işte bu karara isyan ediyor; o da tıpkı ihbarcı Kenan Ülkü’nün avukatı gibi, Ülkü’ye bu cezanın “FETÖ’cüleri ihbar ettiği için verildiği” hususunda ısrarlı. (Yeni Şafak, bu kararın ne kadar yanlış olduğunu ispat etmek için ihbar edilen 139 kişiden üçünün KHK’lar ile ihraç edildiğini hatırlatıyor.)
Neredeyse aynı hikâye…
Kenan Ülkü’nün hikâyesinin, Volkan Bayar’ın cinayetlerden önceki hikâyesine ne kadar benzediğinin farkında mısınız? İkisi de mesnetsiz ihbarlarda bulunuyor, bu ihbarlar sonunda her iki hikâyede de ihraç edilenler oluyor.
Şimdi yukarıda sorduğum soruyu hep birlikte hatırlayalım:
“Acaba o dilekçeler ‘sümen altı’ edilmeseydi ve yapılan soruşturma sonunda Volkan Bayar meslektaşlarını mesnetsiz bir biçimde ‘FETÖ üyesi’ olmakla suçlamaktan üniversiteden ihraç edilseydi, Yeni Şafak bu gelişmeyi nasıl haberleştirirdi?”
Sorunun cevabı, Yeni Şafak’ın, mesnetsiz ve asılsız ihbarlarda bulunduğu için çalıştığı kurumdan ihraç edilen Kenan Ülkü’yü nasıl savunduğunun hikâyesini öğrenen biri için artık açık: Şayet üniversite yönetimi, Volkan Bayar’ın ‘iftiracı’ olduğuna ilişkin şikâyet dilekçelerini yürürlüğe koyduktan ve gerekli soruşturmayı yaptırdıktan sonra Bayar’ı “Hakikate aykırı suçlamalarda bulunduğu iddiası”yla üniversiteden ihraç etseydi, Yeni Şafak, ‘FETÖ’cüleri koruduğu’ gerekçesiyle o üniversite yönetimine dünyayı dar edecekti.
Bakmayın siz bugünkü ‘iftiracı katil’ haberlerine, böyle bir durumda Volkan Bayar’ın sıfatı ‘sayın vatansever muhbir’den başka bir şey olmazdı.
‘Vatanseverlik görevi’
Bu iki somut ihbar hikâyesi, Türkiye’yi 15 Temmuz’dan sonra içine alan ihbar kasırgasının nelere yol açtığını ve açabileceğini açıkça gösteriyor.
Türkiye’de ihbarcılık, yurttaşların hiçbir çağrı ve teşvik olmadan da dahil oldukları milli bir spor… Fakat iktidarlardan bu yönde çağrılar geldiğinde iş çığrından çıkıyor.
Çığrından çıkmış halini en son 12 Eylül’den sonra gördüğümüz ihbarcılık, 15 Temmuz darbe girişimini izleyen günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çağrısıyla bir kez daha topluma dalga dalga yayılmış durumda.
Erdoğan’ın 10 Ağustos 2016’da “Bu, vatanseverlik borcudur, bunları bildirmeniz lazım” diyerek çağrıda bulunmasını izleyen günlerde ihbarlar o kadar çoğaldı ki, Emniyet, basın aracılığıyla asılsız ve sahte ihbarlarla ilgili olarak uyarıda bulunmak zorunda kaldı. Darbe girişiminden üç ay sonra sadece Ankara Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü birimlerine yapılan ihbar sayısı 40 bini bulmuştu ve bunların çoğu asılsızdı:
“İhbarların büyük bölümünün kişisel problemlerden kaynaklanan kin ve nefrete dayalı, asılsız ihbarlar olduğunu belirten yetkililer, bu ihbarların her birinin araştırıldığını, bu sürecin asıl işlerin yürütülmesini zorlaştırdığını vurgulayarak, ‘Asılsız ihbarlar çok vaktimizi alıyor, diğer işlerimiz sıkıntıya giriyor. Vatandaşlarımızı bu konuda duyarlı olmaya davet ediyoruz’ diye konuştu. Emniyet birimlerine yapılan ihbarlarda vatandaşların akrabalarını, komşularını hatta eşlerini FETÖ/PDY örgütüne üye oldukları iddiasıyla ihbar ettiği öğrenildi. Kaynaklar, ‘Oğlunu ihbar eden baba, kocasını ihbar eden eş, komşusunu ihbar eden vatandaşlarımız var’ diyor.” (Habertürk, 11 Ekim 2016).
Türkiye’deki ‘sayın muhbir vatandaşlar’ın vur deyince ne yapacağını elbette Cumhurbaşkanı Erdoğan da biliyordu; fakat buradan gelecek faydanın zararından fazla olacağını hesap etmiş olmalı.
İktidarın, ihbarcılığı vatanseverlik olarak tanımlamasının yol açacağı felaketi sadece hakikat, hak ve adalet ölçüleriyle hareket eden ve soru soran bir medya dengeleyebilirdi. Fakat o da bırakın soru sormayı, ‘acaba mı?’ diye, ‘aman dikkat’ diye uyaranlara bile dünyayı dar etmeye kalkınca işte içinde bulunduğumuz atmosfer doğdu.
Medya böyle olduğu için bu furyanın yol açtığı insani çürümenin boyutlarını da bilmiyoruz. Hiç kuşkunuz olmasın, ihbarların, muhbirlerin ve onlara maruz kalanların hikâyelerinin yazılması mümkün olduğunda hepimiz çok şaşıracağız.