Türkiye’deki İslami kesimin değişim macerasının özünde kendine has bir sekülerleşme yatıyor. İnsanlar dindarlıklarını korumakla birlikte onu kişiselleştirdiler. Böylece İslami cemaat içinde farklı dindarlıklar yan yana yaşama imkanı buldu. Çoğulculuk AKP’yi yaratırken, doğal olarak bu parti tarafından da teşvik edildi. Çünkü bu sayede hem seçmen tabanı genişledi, hem de çok sayıda farklı İslami grubun AKP çatısı altında temsil edilmesi sağlandı.
Söz konusu sekülerleşmenin kuramsal bir tartışmaya yol açtığı söylenemez. Türkiye Sünni Müslümanlarının ‘farkında olmadan’ sekülerleştiklerini ama bunun getirdiği özgürlük alanına sahip çıktıklarını söylemek daha doğru gözüküyor. Ancak daha sonra yaşanan iki olay bugün AKP tabanının ve özellikle genç kuşakların sekülerleşmeyi kuramsal zeminde tartışmasına neden olmuş durumda. Bunlardan biri IŞİD vahşeti, diğeri ise Gülen grubunun bürokrasi üzerinden ‘de facto’ iktidar arayışına girmesi.
Bu iki olay öncesinde İslami kesim kendi içindeki çoğulculuğu normal saymakla birlikte, tüm bireysel farklılıkların dindarlığın genel çizgileri dahilinde kaldığını varsaymaktaydı. Bu onlar açısından ‘doğal’ bir varsayımdı, çünkü İslam’ın herkes için aynı kırmızıçizgileri ifade ediyor olması beklenen bir davranış, sorgulanmayan bir normdu.
IŞİD bu açıdan Türkiye’nin sıradan Müslümanları için hala büyük bir şok etkisine sahip. Kendisine Müslüman diyen kişilerin baş kesmesi, insan yakması, çocuk ve kadınları doğraması aklın alabileceği bir şey değil. Bunun İslam’ın şu veya bu yorumuyla ya da herhangi bir mezhebi davranışla açıklanması da imkansız. Çünkü IŞİD aslında ‘insan olma’ halini reddederek insani sorumluluğundan kurtuluyor ve bu anlamda ilahi olanla anlaşılabilir bir bağı da kalmıyor. Ama öte yandan bu kişiler kendilerini ‘İslamcı’ olarak tanımlıyor, ayet ve hadisleri öne çıkaran bir söylem kullanıyor ve yaptıkları her şeyin bir ilahi amaç uğruna olduğunu söyleyebiliyorlar. İslami kesim IŞİD’in eski Irak Baas partisi subaylarına dayandığını ve Esed rejimi ile işbirliği içinde olduğunu öğrenmekte gecikmedi. Yani dinin manipülatif bir araç olarak kullanıldığı belliydi. Ama yine de ‘İslam adına cinayeti’ kaldırılamaz bir yük olarak göğüslemek ve dine mesafe alan bir bakışı iç dünyalarında normalleştirmek durumunda kaldılar.
Gülen cemaati ile olan ilişki ise daha travmatik oldu. Çünkü iktidarının ilk yıllarında bu cemaat AKP için birlikte davranılabilecek tek siyasi ve toplumsal grup olarak gözüküyordu. Benzer ailelerden ve çevrelerden geliyorlardı, onlar da dindardı, üstelik iyi okumuş bir nesle de sahiptiler… AKP ise bürokrasiye tümüyle yabancıydı ve kendi insanlarını yetiştirmek yıllar alacaktı. Böylece IŞİD konusunda baştan beri olmayan bir özellik bu ilişkinin temelini oluşturdu: Güven. Mecburi bir durumdu ama AKP’liler bunun karşılıklı ve gerçek bir işbirliği olduğunu varsaydılar. Bu nedenle Gülen cemaatinin niyeti adım adım ortaya çıktığında uzun süre inanmakta zorlandılar. Sonrasında, kurulmuş olan komplolar öğrenildiğinde ise büyük bir öfke duydular. Ama bu duygusal tepki aynı zamanda Müslümanlar arası bir yabancılaşma sürecini de ifade ediyordu…
Bu iki olay siyaset ile din arasında olması gereken mesafeyi zihinlere yerleştirmekle kalmadı, zihniyetin dinden daha temel bir niteliği ifade ettiğini de gösterdi. Dindarlık zihniyete göre şekilleniyor ve her türlü siyasetin üretilebilmesine neden olabiliyordu… Dini koruyabilmek için sekülerleşme gerekiyordu… Bugün AKP seçmeni söz konusu idraki taşıyor ve bunun geri dönüşü yok.