Ana SayfaYazarlarSeçilmişlik sanrısının etiyolojisi yahut etiyolojik seçilmişlik sanrısı

Seçilmişlik sanrısının etiyolojisi yahut etiyolojik seçilmişlik sanrısı

Mevcudu ve geleceği anlamak için muhakkak geçmişe bakmak gerekiyor. Zaten gündemi anlamak lazım olduğunda içimden hep böyle yapmak geliyor. Geçmişte olup bitenlere bakmak ne tarihe özlem duymakla alakalı ne de tarihe saplanıp kalmakla. Aksine, tarih, insanın hiç değişmeyen fiilî ve hissî normlarını anlamak bakımından en güvenilir kaynak konumunda; çünkü aynı olmasa da benzerlerinin vaki olması mümkün. Dolayısıyla tarih, en öğretici derslerle dolu bir okul hükmünde. Bu yüzden tarihe bakarak anlamak en güzel ve en emin yollardan biri. Bu yüzden bugünün anlaşılmasında 16. yüzyıl Avrupa tarihinin önemli olduğu kanısındayım. Zira bugün ne ile meşgulsek, tıpkı seçilmişlik duygusundaki gibi, hemen hemen her husus bir şekilde 16. yüzyıl ve sonrası Avrupa'sıyla alakalı.

 

Seçilmişlik duygusu sıra dışı bir varoluşa karşılık gelmektedir. İlk duruma ve görünür olduğu alanlara kanılmasıyla çoğu defa ontolojik bir çerçeveye dahil edilir. Böylece ontolojik bir atmosfer içinde değerlendirilmesi seçilmişliğin yanlış anlaşılmasına yol açar. Oysa seçilmişlik, imanî olmaktan çok politik bir duruşa karşılık gelmesi nedeniyle ontik bir kavramdır. Pek çok şeyde olduğu gibi fizik ile metafizik olanın iç içe geçmişliği seçilmişlikte de kendini bir şekilde açık eder. Farkların kaybolması ve kavramların birbirlerinin yerine geçmesi hakikatin tecellisine de bir şekilde ket vurur. Sırf bu sebepten ötürü seçilmişlik duygusunun farklı arka planlarının olması görmezden gelinir.

 

Seçilmişliğin kimi haklı sebeplerden ötürü Yahudilikle alakalandırılması çok bilindik bir husus. Bunun böyle anlaşılmasının tarihî seyir içinde bir konumu olmalı. Zira ön kabullerle de ilişkilendirilmesinin haklı sebepleri bulunmalı. Öyle ki kritik bir şekilde Yahudilikle ilişkilendirilen seçilmiş olma hali zamanla bir norma dönüşmüştür. Tarihin kronolojik seyrinde yapılan bir başlangıç bulma arzusu, seçilmişlikte de  kendini gösterir. Batı aklındaki kanun bulma ve adlandırma becerisinin Tevrat ve dolayısıyla Yahudiliği kullandığı ifade edilebilir. Temel olarak Batı'nın bu kavramı Yahudilikten aldığı da söylenebilir. Ancak bu durumun iki bakımdan Yahudi yaklaşımından ayrı ele alınması lazım gelir. Öncelikle seçilmişlik halinin sosyolojik norm olarak anlaşılması önemlidir; bu yüzden de böyle ele alınması önerilecektir. Zira yazılı olmaksızın ortaya çıkan bu seçilmişlik normunun Batı'nın genel düşünme tarzına uygun hale getirilmesi gerekmiştir. İlk yapılan da zaten yazılı olmayan bu sosyolojik normun yazılı hale getirilmesi olmuştur. Normun yazılı hale gelmesi ise olgunun Batı'nın genel yaklaşımına uygun bir biçimde kanunlaşmasıyla sonuçlanmıştır. Seçilmişlik meselesinin Yahudiler üzerinden ilerlemesi işte bu kanunlaşma haline karşılık gelmektedir. İkinci husus ise seçilmişlik normunun Yahudi akaidinde bir ayrıcalıktan çok bir ödev olarak tecelli etmesidir. Ancak bu ödevin de ayrıcalıklı kılınmaya dayanak sağlanacak bir ödev ve görev bilinci dahilinde anlaşılmaması gerekir. Çünkü Yahudi akaidindeki ödev, bir yük ve zorunluluk olarak verili durum şeklinde anlaşılmaya daha müsaittir. Dolayısıyla her iki bakımdan değerlendirildiğinde seçilmişlik anlayışının köklerini İsrailoğulları tarihinden çok Erken Modern Dönem Avrupa'sında aramak ve buradaki anlayışla değerlendirmek daha doğru olacaktır.

 

Dile getirildiği üzere seçilmişlik söz konusu olduğunda bakılması gereken dönem ve coğrafya, hiç kuşkusuz Avrupa'nın erken modern dönemidir. Evet; yakın dönemde başkaca örneklerine rastlanmışsa da seçilmişlik düşüncesi her şeyden evvel Avrupaî bir üründür. Konuya ilgi duyanlar için bunda şaşılacak bir durum da yoktur. Zira bugün gündemi işgal eden ne kadar modernizmle ilgili konu mevcutsa bunların hemen hepsinin Avrupa'nın modernleşme döneminden kaynaklandığı söylenebilir. Avrupa modernleşmesi sanılanın aksine, dinî bir modernleşme hareketi olması nedeniyle pek çok şey öyle görünmese de arka planında başka mekanizmaların çalıştığından bahsedilebilir. Politik ve ekonomik pek çok girişim ve gelişme sırf bu yüzden öyle değilse de dinle alakalı bir görüntü çizmekte. Seçilmişlik düşüncesi de Avrupa'nın modern aklının geliştirdiği ayrıcalıklı bir düşünme biçimi ve topluluk olma yatkınlığıyla ilgili bir kökene sahip.

 

Seçilmişlik düşüncesinin haklı olarak dinî ve tarihî kökenlerine bakmak ihtimal dahilinde ama ne var ki meselenin antropolojik ve politik bir arka planının da olması gerekiyor. Her iki alanla da temas edildiğinde ayrıcalıklı olma düşüncesinin altında korunma ve arî ırk olma düşüncesinin yattığı da akla geliyor. Erken modern dönem Avrupa'sında arîlik düşüncesinin Roma hukukuna değin götürülebilecek ispatlı yolları mevcut çünkü. Ancak asıl dikkati çekmesi gereken yön korunma duygusunun şekil değiştirerek bazen ırk bazen de din üzerinden ilerlemesidir. Her nereden bakılırsa bakılsın seçilmişlik düşüncesi modern bir çerçeve içerisinde kendisine yer bulmuş ve gelişme göstermiştir. Hemen hemen modern dönemlerde ortaya çıkan klancı yaklaşımlar da dahil dinî ve örgütsel tarzda ortaya çıkmış tüm oluşumların derinlerinde benzer kalıntılar gizliden gizliye yerini korumaktadır. Çünkü neyin nasıl ilerlemesi gerektiğine ilişkin topyekün bir ardışıklık içeren bütünlüklü toplumsal organizmaların kendi iç kültürünün yüceliğini kabul etmesi vazgeçilmez bir kabuldür. Keza benzer bir şekilde seçilmişlik fikrinin kabaca ve nobran bir tarzda ortaya konulmuş bir mukayese çalışması olarak değerlendirilmesi de gerekir; zira bu durum haklı sebepleri içerecektir. Mukayese fikrinin bu denli derinden ve etkili bir biçimde gün yüzüne çıkmasında, bir korunma zırhı olarak dinî olanın tercih edilmesinde şaşılacak bir şey de yoktur. Hakikate, Avrupa ve sonrasında Amerika'da gizli de olsa milliyetçilik fikirleriyle sızılmış olduğu belirtilebilir. Milliyetçilik, seçilmişlik fikrinin en önemli dayanaklarından biri haline gelmiştir. Zira saf bir varlığın en azından kan ve kültür alanlarında bu şekilde sağlanacağına inanılmıştır.

 

Kibir ise modern dönem topluluklarının neden seçilmişlik duygusu içinde hareket ettiklerine güzel bir misal olabilir. Konunun derinliklerinde dinî bir veçhe aransa da ırkla alakalı bir çerçevenin mevcudiyeti daha akla yatkın görünmektedir. Hemen bunların neredeyse tümü Avrupaî bir yaklaşımın neticeleri arasında görünmesi daha ihtimal dahilindedir. Kibir ve farklılık içeren bir dominantlık varlığı ayırıcı kılabilmektedir. Çok olası gibi görünmese de 19. yüzyıldan sonra Avrupa'da da sıklıkla şahit olunacağı üzere kibrin etkin bir araç şeklinde kullanıldığı söylenebilir. Eleştiriye kati anlamda bir muhalefet söz konusudur. Eleştirmek ve dış dünyada olan bitenleri anlamak bireysel anlamda kıyasa imkan tanımaz. Zira böylesi bir girişim, doğrudan doğruya bütünlüğü zedeleyeceğinden kesin bir biçimde mani olunması gereken bir eylem olarak görülür. 

 

Modern dönem Avrupa'sının gerçek ayrıcalıklı ve seçilmiş toplulukları, doğal olarak kendilerini dinî referanslarla tanımlamışlardır. Bunu yaparken en çok kullandıkları dil ise dinin yenilenmesi ve gerçek haline döndürülmesiyle ilgilidir. Çünkü onlara gelinceye dek dinin kötülendiğine, tavsatıldığına ve bidatlerle kirletildiğine inanılır; oysa gelenek bu şekilde pozitivist bir tarzda göz ardı edilir. Seçilmişlere göre düzenin kurulabilmesi için öncelikle bu kirlerden arınmak gerekir. Temizlik ve saflaştırma [purification] bu bakımdan hem en önemli öncelik hem de aynı düşüncedeki paydaşları birbirine bağlayan amalgam niteliğindedir.

 

Seçilmişlik düşüncesinin uluslaşma ile de bir bağının kurulması icap eder. 16. yüzyıl sonrasındaki modern Avrupalı ulusların, kesinlikle, seçilmişlik algısını bilerek ya da bilmeyerek ürettiklerini söylemek gerekir. Zira bu önceliğin, milletleşme sürecindeki bireylerin, yukarıda da dile getirildiği üzere, klanlaşma eğilimleriyle de paralel ilerleyen bir merhaleye karşılık geldiği tahmin olunabilir. Dolayısıyla milliyetçilik fikirlerinin bu bağlamda değerlendirilmesi akıllıca bir yaklaşım olur. Zaten milliyetçilik fikirlerinin geliştiği yöreler ve dönemlere bakıldığında her daim seçilmişlik ve ayrıcalıklılık fikirlerinin filizlendiği görülecektir.

 

Avrupa'daki seçilmişlik düşüncesinin 16. yüzyıl mezhep hareketleri ile hem akait hem de tarihçe bir çerçeveye oturtulduğunun açıkça ifade edilmesi lazım. Çoğu defa bu yaklaşıma İbrahimî bir kılıf giydirilmesi bilindikse de yukarıdaki nedenlerden ötürü öyle olmadığını tekrarla yetinelim. Evet; Tevrat'ta bu hususa yakın ayetlerin varlığından söz edilebilir. Ancak seçilmişliğin modern anlamda uygulamaya konulmasını anlamak için bakılması gereken dönem 16. yüzyılla sonrası ve Protestanlık hareketleridir. Wittenberg'te kendi mezhebini haklı sebeplerden ötürü kurmakta olan Martin Luther belli ki gayretlerinin ne ile sonuçlanacağını öngörememişti. Zaten kendisinin de imanlı ve samimi bir Hristiyan olarak benzer girişimlere kalkıştığı iddia edilemez. Ne var ki kimi mezhepdaşları millî duygularını yeni inançlarına dahil etmekten imtina etmemişlerdir. Misal olarak İsviçre Protestanlığının babası Huldrych Zwingli gösterilebilir. Zira Zwingli İsviçrelileri seçilmiş millet, İsviçre'yi de seçilmiş milletin seçilmiş memleketi olarak görmek eğiliminden hiç vazgeçmemiştir. Çoğu defa bilenler için tuhaf gelmeyecek şekilde vaazlarında bu niyetini aşikar bir biçimde dile getirdiği de olmuştur. 

 

Bununla birlikte seçilmişlik fikrinin siyasî anlama dönüşmesi yahut siyasette kendine dinî bir görüntü altında yer bulması İngiliz Protestanlığı sırasında olmuştur. Gerçekten de İngiliz Protestanlık tecrübesi çok özeldir. Bu özellik hem siyasî süreç hem de akaitten kaynaklanmaktadır. 8. Henry'nin yaşadığı evlilik problemi önce dinî sonrasındaysa politik bir manevraya neden olması İngiliz tecrübesini oldukça özgün kılmaktadır. İngiliz Protestanlığı da denebilecek Anglikanizm, seçilmişlik duygusunu adeta zaman zaman körüklenmesine zemin hazırlayacak bir atmosferin doğmasına da yol açmıştır. Mezhep Mary zamanında Katolikliğe döndüğünde, Henry'nin açtığı yoldan ilerleyen İngilizler akın akın seçilmişlerin yaşadığı ve seçilmiş bir yer olduğuna inanılan Almanya'ya kaçmışlardı. Zira İngiliz Anglikanlar seçilmişlik duygusundan hiç bir zaman vaz geçmediler. Mary sonrasında tahta çıkan 1. Elizabeth Protestanlığı yeniden inşa ederken politik kurumlar kurmaktan da geri durmamıştır. Hollanda, İspanya ve Fransa ile mücadeleleri yanında yaptıkları savaşlar İngiltere'yi oldukça zorlamaktaydı. Tam da bu dönemde Protestanlığın Kutsal Kitaplar'dan bulup çıkarılarak uygulamaya konulan hükümlerinden biri de seçilmişlik fikrinin kendisiydi. Tıpkı Ahit Sandığı'nı taşıyan İsrailoğulları gibi İngilizler de hikmet ve yer yüzü krallığının kendisini taşımaktaydılar. 1. Elizabeth dönemi Protestanlarının gözünde Britanya bu bakımdan kutsanmış bir adaydı. Benzer fikirler bu defa Amerika'ya göç eden, Protestanlardan ayrılmış, ultra-Protestan da denilebilecek Püritenlerde görülmeye başlandı. Çünkü Amerika'ya [New England] göç eden Protestanların gözünde Amerika Yeni Kudüs, kendileri de seçilmiş kimselerdi.

 

Seçilmişlik fikrinin Avrupa'nın [Making Europe] inşasıyla çok yakından bir ilgisi bulunmalıdır. Protestanlar kendilerini her zaman yaptıkları gibi Kutsal Kitaplar'ın pasajlarının içinde gizlediler. Ahit Sandığı fikri bu bakımdan önemli bir sembol olarak anılmayı hak etmektedir. Zira Yahudilerin seçilmişliklerinde Ahit Sandığı'nı taşımaları ve muhafaza etmekle görevlendirilmeleri önemlidir. Mistik bir tarzda da olsa modern dönemin medeniyet fikrinin de bu şekilde işlendiğini söylemek sanırım abartı olmayacaktır. Püriten ve kendilerini seçmeci bir tavırla hikmetin asıl taşıyıcısı olarak görenlerin bu şekilde davranmasından daha doğal ne olabilir ki? Hiç kuşkusuz iyi niyet ve güzel şeyler yapmak niyetindeydiler. İlk yaptıkları şey kendi ezilmişlik duygularına uygun bölümleri bularak yorumlama yoluna gittiler. Ardından uygun kıssalarla kendi politik dünyalarını anlama yoluna giriştiler. Bir Çıkış'la kendilerini Hz. Musa'nın Mısır'dan çıkışına benzeterek Amerika seyahatlerini belirgin hale getirdiler ve yeni bir memlekette yeni bir anlayış içinde yaşam sürmeye koyuldular. Bu bakımdan Amerika, seçilmişlerin memleketi olmuştur. Amerika'yı kuranların White, Anglo-Saxon ve Protestant [WASP] oldukları bu yüzden unutulmamalıdır.

 

Konu WASP ve Avrupa'dan açıldığında seçilmişlik mevzuunun Püritenlere ulaşması gerekir. Daha 17. yüzyılın başlarında İngiltere'yi bambaşka bir hale dönüştüren Oliver Cromwell de Amerika'nın düşünsel kurucularından bir Püritendi. Zira Cromwell ve Püritenler kendilerinde bir ayrıcalıklılık ve dünyayı yönetecek derinlikte bir yetkinlik görmekteydiler. Enteresan bir şekilde Amerika'ya göç eden Püritenlerde kendilerinin eski ve yaşlı Avrupalı dindaşlarının yerine gönderilmiş bir nesil olarak görme eğilimi mevcuttu. İlişkileri karmaşık görünse de zaten ileride Mormonluk, Adventistlik, Evanjeliklik, Yehova Şahitliği gibi diğer tarikatların bu düşüncenin bir sonucu olarak ortaya çıktıklarını ileri sürmek yanlış olmayacaktır. Bu konunun bir üst aklî seviyesini ise Adam Smith'in The Wealth of Natios [1776] adlı eseri ile neredeyse bundan bir asır sonra Alexis de Tocqueville tarafından kaleme alınmış olan Democracy in America [1835] adlı eserler oluşturmaktadır. Her iki eser de seçilmişlik duygusunun biri ekonomi diğeri politik alandaki amentüsü haline gelmiştir; bu bakımdan değerlendirilmeleri de icap eder.

 

Görüleceği üzere seçilmişlik fikrinin kökenlerinde dinî bir gerekçe bulunmaz. Aksine Yahudilik akaidinden yapılan gerekçelendirme ile sunî bir köken inşa edilmiştir.  Bu köken ile hem hukukî hem de aklî gerekçelendirme sağlanmıştır. Oysa bu dinî gerekçenin ardında dünyevî ve politik bir gaye güdüldüğü meydandadır. Seçilmişliğin sosyolojik olarak işlendiği coğrafya Avrupa'dır. Protestan ahlakı ve geleneğinin şekillenmesi ayrıcalıklılık düşüncesine mümbit bir ortam oluşturabilmiştir. İngiltere'nin Anglikanizmi inşa etmesiyle bu defa seçilmişlik farklı bir boyuta evrilmiş, hem akait hem de coğrafya olarak Amerika'da ilmî ve ekonomik yayılma alanları bulmuştur. Hiç bir şey göründüğü gibi değildir; bu yüzden modern tarihe bir de bu açıdan bakmakta fayda vardır. 

- Advertisment -