Parti liderlerinin birbirlerine karşı kırıcı bir dil kullanmalarının, siyasi normalleşmeye gölge düşürdüğü, normalleşme haline tezat oluşturduğu söylenebilir. Ancak dünyanın her yerinde liderler seçimlerde bir nebze gerilim siyasetine başvururlar. Önemli olan dozdur ve doz da içinde doğulan, bir parçası olunan siyasi kültüre bağlı olarak farklılık gösterir. Siyaset hem işbirliğini, hem de mücadeleyi gerekli kılar. Eğer siyasi kültüre, güven, uzlaşma ve işbirliği gibi özellikler rengini veriyorsa siyasi rakipler arasındaki mücadele daha centilmence geçer, gerilim de daha düşük seviyelerde seyreder. Lakin -Türkiye gibi- siyasetin daha çok itiş kakışla anıldığı yerlerde ise rekabet sert olur, gerilim de bazen tavan yapar.
Bunu söylemek, bu hali meşru görmek anlamına gelmez. Gerilimi abartan söylemler elbette yanlış, siyasetçilerin bu noktadan eleştirilmeleri elbette doğru. Keza hele doz aşımı tehlikesi baş gösterdiğinde onlar makuliyet çizgisine çekmek için ses yükseltmek, söylem ve tavırlarında dikkatli olmaları onlardan talep etmek de öyle. Anlatmaya çalıştığım iki husus var: İlki, seçimlerin doğaları gereği bir parça gerilim içerdiğidir. Bu akılda tutulmalı, mevcuda ve geleceğe dair siyasi analizler bu gerçek göz önünde bulundurularak yapılmalıdır.
İkincisi ise, seçim dönemlerindeki konjonktürel karşıtlıklarına haddinden fazla anlam yüklenmemesidir. Seçim biter, yeni bir tablo ortaya çıkar ve siyasi pazarlıklar başlar. Siyaset böyledir. Dolayısıyla seçim zamanlarında edilen köşeli lafların ilelebet hüküm süreceğini düşünenler yanılır. Siyasi yatırımını ve tercihini buna göre göre yapanlar hayal kırıklığına uğrar. Rasyonel bir siyasi akıl, asgari düzeyde de olsa, seçim atmosferinin seçim sonrasına olduğu gibi aktarılamayacağını hesap etmek durumundadır.
Şiddet tehlikesi
Bu bağlamda, siyasi partilerin 7 Haziran için yürüttükleri kampanyaların makul görülebilir bir gerginlik içeriyor. Partilerin ve liderlerin karşılıklı salvoları tahammül edilebilir sınırlarda geziniyor. Ancak bu normalliği bozan bir unsur var; o da partilere dönük saldırılardır. İnsan Hakları Derneği’nin hazırladığı bir rapora göre 23 Mart-19 Mayıs 2015 arasında seçi çalışmaları yürüten partilere toplam 126 saldırı oldu. Bunlardan 114’ü HDP’ye, 7’si AKP’ye, 4’ü CHP’ye ve 1’i de MHP’ye yönelik gerçekleştirildi. ( Bir başka veriye göre; HDP 124, AKP 19, CHP 11 ve MHP de 9 saldırıya maruz kaldı.)
Saldırıların çok ağırlıklı bir bölümü HDP’yi hedef alıyor. Bu, yeni değil. HEP ve devamı olan partilere dönük bir şiddet ve baskı öteden beri var. Bilhassa aşırı milliyetçi grupların, bu gelenekten gelen partilere yönelik tahammül eşikleri çok düşük. Türkiye’nin Batısında bu partinin çalışmalarını kabullenemiyor, sembollerine ve adaylarına karşı şiddete başvuruyor. Ancak son Adana ve Mersin olaylarını, milliyetçi grupların HDP stantlarına karşı gerçekleştirdikleri saldırılarla bir tutmak doğru değil. Burada bir nitelik farkı söz konusu.
Felaketten dönmek
Adana ve Mersin’de bir organizasyonun varlığı göze çarpıyor. Her iki ilde de parti teşkilatları bombalarla aynı anda sarsılıyor. Saldırıyla çok sayıda kişinin ölümünün planlandığı çok açık. Saldırıda yaralananlar oldu. Çok şükür kimse hayatını kaybetmedi. Eğer adaylar veya parti mensupları/gönüllerinden bazıları bu saldırıya kurban gitmiş olsalardı, bugün ortam çok daha sert ve tekinsiz olurdu.
HDP’yi bombalamada iki amaç güdülmüş olabilir: İlki, HDP’nin kriminalize edilmesidir. Temel beklenti, herhalde oluşacak bir öfke dalgasına dayanarak HDP taraftarlarını sokağa çıkartmak ve böylelikle bir kargaşayı ülkeye egemen kılmaktı. Adana ve Mersin’in seçilmesi bu çerçevede son derece anlamlı. Zira bu iki kent, 1990’larda çok yoğun Kürt göçü aldılar. Bugün her iki ilde de büyük bir Kürt nüfus yaşıyor. Bu tür kışkırtmalar, Kürtler ve Türkleri karşı karşıya getirmeyi ve buradan çakacak bir kıvılcımla memleketi yangın yerine dönüştürmek amaçlanıyor. Akdeniz Bölgesi’nde daha önce de benzer girişimler oldu. Unutulmamalı ki bayrak provokasyonu da Mersin’de yapılmıştı.
İkincisi ise, seçimin meşruiyetini ortadan kaldırmaktı. Bomba, seçim güvenliğinin olmadığı düşüncesini güçlendirmeyi hedefliyordu. Bir kaos ortamı yaratmaya ve bunu devamlı kılmaya kilitlenmişti. Böylece seçimi itibarsızlaştırılacak ve seçimden çıkacak neticeyi gayrimeşru ilan edilecekti.
Doğrular ve yanlışlar
HDP’nin bombalanmasından sonra bütün partilerin olayı kınamaları doğruydu. Hükümet temsilcileri, saldırının sadece HDP’ye değil tüm siyasi partilere yapıldığını açıkladılar. MHP, olası bir provokasyonu daha engellemek için Mersin konserini iptal etti. HDP serinkanlı bir tutum sergiledi. Keşke partiler bu sağduyulu davranışı daha önceden göstermiş olsalardı.
Ancak AKP ve HDP cenahında bazı önemli yanlışlar da vardı. HDP, olayın hemen ertesinde adres olarak AKP’yi gösterdi. Demirtaş miting meydanında “Bize Adana ve Mersin saldırıları üzerinden mesaj gönderene sesleniyorum. Aldık mesajını. Seni halen başkan yaptırmayacağız, halen başkan yaptırmayacağız” diyerek bombaların arkasında Erdoğan’ın olduğunu ima etti. Diğer taraftan AKP’den bazı isimler de (mesela Şamil Tayyar) bombalamanın bizzat PKK tarafından yapıldığını söyledi. Sorumluluk makamında olanların herhangi bir delile ihtiyaç duymadan böylesine hassas bir mevzuda dahi karşı taraf ağır ithamlar yöneltmeleri, provokasyoncuların değirmenine su taşımaktan başka bir sonuç doğurmaz.
Topyekûn dikkat
Seçimde son viraja girildi. Son 15 günde daha sert ve daha büyük kışkırtma teşebbüsleri olabilir. Herkes bu tür girişimlere karşı müteyakkız olmalı, sağduyuyu elden bırakmamalı. 7 Haziran’a selametle ulaşılması yapılması gereken üç şey var: İlki, bütün siyasi partiler, eylem ve söylemleriyle kargaşa isteyenlerin ekmeğine yağ sürmemesi, provokasyona uygun bir zemin yaratılmasından uzak durmasıdır. İkincisi, nerede yapılırsa yapılsın ve hangi partiye yönelirse yönelsin, herhangi bir saldırıya blok halinde karşı durulmasıdır. Üçüncüsü de, hükümetin failleri bulup yargılanmalarını sağlamasıdır.