Türkiye’deki ya da Suriye’deki Kürtlerin bir bölümünün ABD’nin Suriye’den çekilme kararını beğenmemeleri ve orada kalmaya devam etmesini istemeleri, muhafazakâr çevrelerde “beter olun” nidalarıyla karşılandı: Emperyalizmle, ABD ile işbirliği yapanların sonu işte böyle olurdu.
Ulusalcı-milliyetçi çevreler ise, Kürt siyasetinin yanı sıra Türkiye solunu da yaylım ateşine tutuyor: Durmaksızın anti-emperyalist olduğunu söyleyen Türkiye solu, nasıl oluyordu da emperyalizmin ağa babasının bölgeden çekilmesinden memnuniyet duyduğunu gürül gürül bir sesle haykırmıyordu?
Bu hal, bir kez daha beni en sevdiğim, en kadim konularımdan birine dönmeye zorluyor: “Amerikancılık suçlamasındaki ahlaki problem…”
Bu problemi önceki yazılarımda en özlü bir biçimde şöyle ifade etmiştim: Türkiye’deki bütün temel siyasi akımlar (muhafazakârlar, milliyetçiler, ulusalcılar, Kürtler, sol) ‘emperyalizm’i ‘mutlak kötü’ olarak tarif etmede ve bunu iç siyasette bir malzeme olarak kullanmada birleşiyorlar, fakat ‘emperyalizm’ herhangi biriyle ortak hareket etmeye meyledince onunla işbirliğinde hiçbir beis görmüyorlar.
Bir siyasi akımın, birkaç ay içinde ABD ile birlikte hareket etme pragmatizminden ‘ilkesel anti-Amerikancılığa’, oradan da yeniden ‘mutlak kötü emperyalizm’ söylemine sıçraması Türkiye’de sıradan bir şey…
Muhafazakârlığın “Yaşasın Trump” günleri
Bu çerçevede en son bu yılın mart ayında kalem oynatmışım. Bana o zaman konuya eğilme fırsatı veren şey, bugün Kürt siyasetini ve Türkiye solunu Amerikan muhipliğiyle suçlayan muhafazakâr çevrelerin çok değil, bir yıl içinde Amerikan muhipliğinden “Kahrolsun Amerika” çizgisine gelmeleri imiş.
Yani üstteki ara başlık muhafazakâr çevrelerde bugünlerde yaşanan “yaşasın Trump” ruh haline değil, Trump’ın başkan seçildiği günlerdeki ruh haline bir gönderme… Biliyorsunuz, sonrasında Brunson, Gülen’in iade edilmemesi, Suriye’ye silah taşıyan TIR’lar vb. meseleler nedeniyle ABD, üç beş ay içinde muhafazakâr çevrelerde “Kürt devleti kurarak Türkiye’yi parçalama stratejik hedefine kilitlenmiş üst akıl” haline gelivermişti.
O süreci kısaca hatırlayalım, ardından Türkiye’nin öbür siyasi akımlarının “ABD ile birlikte hareket etme pragmatizminden ‘ilkesel anti-Amerikancılığa’ sıçrama” pratiklerini gözden geçirelim.
Başkan’ın milli güvenlik danışmanı “Gülen iade edilmeli” diyor, ve…
2016 Kasım’ında yapılan Başkanlık seçimlerini Trump’ın kazanması, Türkiye’nin muhafazakâr çevrelerinde memnuniyetle karşılandı. Çünkü rakibi, Demokrat aday Hillary Clinton Suriye’de Kürtleri silahlandırmaya devam edeceklerini açıklıyor, Türkiye’deki rejimi otoriterliğe kaymakla suçluyordu. Trump ise bu ikisini de yapmayacağına dair bir izlenim veriyordu.
Fakat muhafazakârlardaki Trump sevgisini artıran ya da ABD’ye düşmanlık duygularını tersine çeviren gelişme, Michael Flynn adlı emekli bir generalin ABD seçimlerinin yapıldığı gün (8 Kasım 2016) yayımladığı bir makale oldu. Generale göre, ABD’nin müttefiki Türkiye zor durumdaydı ve Türkiye’ye yardım etmeleri gerekiyordu. Bu çerçevede, Fethullah Gülen’in Türkiye’ye iadesi, ABD açısından doğru bir seçenek olacaktı.
Bu makale muhafazakâr çevrelerde yeni yönetimin iadeyi gerçekleştireceği biçiminde okundu. Haklılardı, çünkü Michael Flynn sıradan bir general değildi, Başkan’ın milli güvenlik danışmanı olacağı önceden ilan edlmiş bir emekli generaldi.
Ne var ki işin aslı şuydu: Flynn, o makaleyi, Türkiye adına ücret karşılığında (500 bin dolar) yürüttüğü lobi faaliyetinin bir parçası olarak kaleme almıştı; yani içindekiler, yönetimin resmi görüşünü yansıtmıyordu.
O iş çöktükten sonra, hepimizin bildiği Suriye, Brunson, silah yüklü TIR’lar gibi meseleler geldi ve bir yıl içinde ABD yeniden “bizi bölmek ve parçalamak isteyen emperyalist ülke” haline geliverdi.
Artık o noktadan itibaren Türkiye’nin muhafazakârları için atış serbestti, ABD ile işbirliği pragmatizminden hızla “Türkiye’nin baş düşmanı Amerikan emperyalizmi” ilkesel tutumuna sıçradılar ve ABD ile iyi geçinen ya da iyi geçinmeyi tavsiye eden herkesi hainlikle suçladılar. (Geldiğimiz noktadaki pozisyonlarına bu yazıda girmiyorum artık.)
Ulusalcılığın anti-Amerikancılığı
Türkiye’deki en anti-Amerikan görünümlü siyasi akım olan ulusalcılığın bu alandaki pragmatizmini en iyi, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarını hal’etme girişimlerinin zirvede olduğu 2006-2007 yıllarına dönerek anlayabiliriz.
Orada da en yararlı kaynak hiç şüphesiz, İlhan Selçuk’un 2006’da 15, 16 ve 18 Kasım’da ABD Başkanı Bush’a hitaben kaleme aldığı yazılardır.
Selçuk, bu yazılarda AKP bitti, onu desteklerseniz kaybedersiniz, bakın ben ne yapmanız gerektiğini size güzelce anlatayım diyor, ABD’nin bölgedeki çıkarının “Türkiye’de bütün iktidar ulusalcılara” sloganında yattığını ima ediyordu.
Ben, zikrettiğim üç yazıyı bir cümlede özetlemiş oldum; özetlememe güvenmeyenler Cumhuriyet arşivinden açar o yazıları, Selçuk’un o üç yazıda tam da özetlediğim şeyi murat ettiğini görür!
Tuncay Özkan’ın Obama’ya mektubu
Tuncay Özkan’ın, “Biz Kaç Kişiyiz” günlerinde, ABD’nin taze başkanı Obama’nın Türkiye’yi ziyaretinde ona hitaben kaleme aldığı mektup da ulusalcılığın anti-Amerikancılığının zaman zaman nasıl “error” verdiğini gösteren başka ve güzel bir örnek:
“Bu din faşizminin Türkiye’yi ele geçirmesi ve Batılı bir demokrasi olma yolunda inanılmaz mesafe kateden ülkemi Hamas örgütünün yanına koymasına, hukukun üstünlüğüne inanan vicdanınızla mı izin vereceksiniz? (…) Ben ülkemdeki din faşistlerinin susturmak için tutuklattığı gazeteci Tuncay Özkan olarak, sizden bunun dışında hiçbir şey istemiyorum. Size inanmak, güvenmek, Türkiye ve Amerika’nın barış kültürüne, medeniyete, insan uygarlığına el ele katkı sunmasını görmek istiyorum.”
Ne var ki bu mektup, neredeyse ideolojisinin tamamını anti-Amerikan, anti-Batı sloganların oluşturduğu “Biz Kaç Kişiyiz”cilere fazla geldi, çok sinirlendiler. “Masaya yumruğumu vuramıyorsam, elim kırılsın. Bağımsızlığımı ben kendi ilkelerim ve halkımın dinamizmiyle elde edemiyorsam, böyle bağımsızılk yerin dibine batsın” diye karşı mektuplar yazdılar. Zaten oradan itibaren de platform belini doğrultamadı.
Kürt siyaseti, sol ve anti-Amerikancılık
Kendilerinin de benzer bir çelişkiyle malûl olduklarını bir an için unutursak, Türkiye’nin muhafazakârlarının, ulusalcılarının, milliyetçilerinin Kürt siyasetine ve Türkiye soluna yönelik eleştirilerindeki haklılık payını teslim edebiliriz.
Mesela ben, ABD’nin PYD-YPG ile yol yürüyeceğinin kesinleşmesinden sonra, 2016 Haziran’ında şöyle yazmıştım:
“Şimdi mesela, Türkiye solu ile bir araya gelmiş haliyle mümeyyiz vasıflarından biri ‘Anti-Amerikancılık ve anti-emperyalizm’ olan Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) durumuna bakalım…
“ABD’nin PYD ve YPG ile yürüttüğü ittifak politikası, bu partideki anti-Amerikan havayı tümden dağıtmış görünüyor. ‘Dünya halklarının baş düşmanı’ ABD, çok değil bir yıl içinde Kürt halkının en yakın müttefiki ve koruyucusu pozisyonuna terfi etmiş durumda. Nedeni açık: Çünkü Rojava’da Kürtlerin bir hayalinin gerçeğe dönüşme ihtimali belirdi ve Kürtler, ABD’nin desteği olmaksızın bunu başaramayacaklarını biliyorlar. ABD, literatürde ‘Dünya halklarının bir numaralı düşmanı’ olmaya devam ediyor fakat ilginç bir biçimde, ‘Dünya halkları’nın bir parçasını teşkil eden Kürtlerin dostu!
“Reel siyaset işte böyle bir şey. Ayıp mı? Hayır. Fakat ikisi bir arada olmuyor. Hem ‘kahrolsun Amerika’ hem ‘yaşasın Amerika’ olmuyor.”
Siyasi problem yok fakat ahlaki problem var
Bütün bu söylediklerimden, herhangi bir siyasi hareketin kendi siyasi hedefleri doğrultusunda ABD’nin desteğini aramada bir problem gördüğüm sonucu çıkmasın.
Bu çerçevedeki bütün yazılarımda zikrettiğim rezervi bir kez daha hatırlatarak bitireyim: Tam tersine, varolan reelliklerin çerçevesi dahilinde siyaset yapmak zorunda olan herhangi bir siyasi organizma elbette dünyanın en büyük siyasi ve askeri gücü konumunda bulunan Amerika’nın desteğini arayacak ya da düşmanlığından uzak durmaya çalışacaktır.
Kimseyi suçlamıyorum, fakat Amerika’nın bütün “ilkesel ve ideolojik düşmanları”nın, yeri geldiğinde nasıl “Amerikancı” kesilebildiğini gösteren bunca tecrübeden sonra, kimse de kalkıp kendi anti-Amerikancılığının “ilkesel ve ideolojik temelli” olduğunu öne sürmemeli, bu ikiyüzlülük artık bitmeli, diyorum.
NOT. Bugün bu sayfada “Demokratik ezberlerimizi gözden geçirmeye davet” başlıklı yazının ikinci bölümü olacaktı. Bugün okuduğunuz yazıyı, güncelliği nedeniyle öne almak gereği duydum. O yazıyı perşembe günü okuyabilirsiniz.