“Ölmüş olabileceğimizden şüphe ediyorum” dedi Vatoz.
Bizim mi, dedim.
“Hayır, toplum olarak ölmüş olabileceğimizden… Yani evet, dolayısıyla bizim de ölmüş olabileceğimizden…”
Boş baktım yüzüne. Özlemişim öyle bakmayı birine. İnsanın hayatta bunu yapabildiği birilerinin olması mühimdir. Boş bakışarak, karşılıklı susuşarak da idare edebilmek.
“Ben de… ben de özlemişim” diye karşılık verdi susuşuma.
Kaldığı yerden devam etti sonra: “Yaşamın ağır geldiği anlardan birinde öldük herhalde. Çünkü öyle şeyler yaşıyoruz ki, hayatta olsak senin demin baktığın gibi izleyemezdik memlekette olan biteni.”
Eski yazılardan tanıyanınız vardır. Kadim dostumdur Vatoz. Yurtdışından yeni döndü. Sosyolojiyle ilgili “bişey mastırı” yaptığını iddia ediyor.
Söz alma ihtiyacı duydum…
-Doğru tespit. Sen oralardayken biz de boş durmadık elbet buralarda. Başta sosyoloji, insana dair tüm bilimlere elimizden gelen katkıyı yaptık ve “kötülüğün yeni bir formunu” icat ettik. Hep birlikte. Tev bi hev re.*
– “Nasıl bir icat bu?”
– İlla bir ismi olacaksa, kayıtlara geçmesi açısından “Serbest kötülük ortamı” diyebiliriz.
– “Teorik olarak nasıl tarif ediyorsun bunu?”
– Teorisi yok pratiği var. Yani tam, anlatılmaz yaşanır hesabı, biraz takıl memlekette idrak edersin zaten.
– “Hımmm…”
– Tamam, izah edeyim. Önce memleket kabaca ikiye bölünüyor. Her iki tarafın diğerinin söylediklerini, yazdıklarını (ve sonraki merhalelerde feryatlarını) kesinlikle dinlemeyeceği bir hale ulaşılıyor. İşte bu noktada “Serbest kötülük ortamı” için şartlar uygun hale gelmiş oluyor…
– “Sonra?”
– Sonra ötekine sınırsız acı çektirerek, küçük ya da büyük elindeki tüm gücü bunu yapmaya adayarak yaşanıyor.
– “Böyle yaşamak nasıl bir şeydir, anlamak istiyorum ama anlayamıyorum…”
– Ben de…
– “Veletlik zamanımda dayıma, ‘balıkları, kuzuları, tavukları; yani gözü, ağzı, burnu olan şeyleri nasıl yiyorsun?’ diye sormuştum. ‘Bunun üzerine düşünmeyerek’ diye yanıt vermişti.
– Bunun üzerine düşünmeyerek… İyiymiş…
– “Peki, bu iki tarafın dışında kalanlar? Onlar ne yapıyor, neler yaşıyor?
– Onlara kısaca “salak” diyebiliriz (Sözüm meclisten acayip içeri). Diyelim o gün bir bomba patlamadı, bir asker veya polisin ölüm haberi gelmedi, birileri “etkisiz hale” getirilmedi… İşte böyle nadir anlardan birinde kazayla azıcık mutlu olsak, azıcık gülsek… Peşinden öyle bir bedel ödetiyor ki söz konusu “ortam”; misal bir annenin çocuğunun cesedine sarılarak sabahladığını öğreniyoruz, genç bir adamın karısının, çocuklarının gözleri önünde infaz edildiğini okuyoruz, sırf asker olduğu için… Bu nedenle kendimizin bir dublörünü yaptık, artık mutlu olduğumuz anlarda kendi dublörümüzü kullanıyoruz (En tehlikeli sahnelerde bile dublör kullanmayan TC gelsin de burada kullanmasın bakalım- TC kim mi? Tom Cruise canım siz de harbi kötü niyetlisiniz…)
– “Gerçi bu topraklarda ‘zor zamanlar’ denmeyecek bir dönem bilmiyorum ben…”
– Bu memlekette bile görmediğimiz türden bir “şey”den bahsediyorum ben… Bir “garabet”…
– “İyi de ne olması lazım, ne yapmak gerekiyor yani bu durumda? Hayat bir şekilde devam ediyor neticede?”
– Tam da bu işte. Hayat devam etmemeli, edemez. Bir insan polis, asker diye uykusunda ensesinden vuruluyorsa, başka biri “terörist” diye çıplak bedeni yerlerde sürükleniyorsa, çocukların cesedi derin donduruculara konuyorsa, infaz edilip başı kopartılan gençlerin videolarını izliyorsak… Hayata devam edemememiz gerekir. O hayatı durdurup bunları hallettikten sonra yeniden devam etmeliyiz ancak. Çünkü geçmişi elinden alınan memleket evlatlarının geleceği de elinden alınıyor bu hayatın böyle devam etmesiyle…
– “Keşke Oğuz Atay hayatta olsaydı, o zaman hemen ona giderdik…”
– En korkuncu da ne biliyor musun? Bu hayat devam ettikçe, biz tarafımızı seçmenin veya seçmemenin konforuyla öyle durup olan biteni izledikçe, o “garabet” giderek normalleşiyor. Biz susarken, hepimize bunları normal sayma eğitimi veriliyor. Biz de onursuzca “iftihara” geçerek bitiriyoruz okullarımızı.
– “40 yıldır süren bu savaşta ilk kez böyle şeyler duyuyorum senden…”
– Çünkü ilk kez bu savaşı iki halk arasında düşmanlığa dönüştürmek isteyenler kazanıyor. Umarım senin dediğin gibi “yaşamın ağır geldiği anlardan birinde” ölmüşüzdür. Bir müddettir aslında ölüyüzdür. O zaman iyi bir bahanemiz olurdu en azından.
– “Sana bir hikâye anlatayım ben en iyisi…”
– Anlat bakalım…
– “Bizim mahallede tam 40 yıl boyunca her sabah aynı dükkânı açıp akşam kapatan bir terzi amca vardı. Hep aynı koyu renk ceket ile pantolonu giyer, öğlenleri aynı saatte evden getirdiği yemeği yer, aynı saatte dükkânını kapatırdı. Akşamüstleri evine giderken koyu renk pantolonuna beyaz bir iplik parçası yapışmış olurdu. Ben giderek büyüdüm. O ise yine aynı şeyleri yapmaya devam etti. Dünya değişiyor, yeni mağazalar açılıyor, artık onun dükkânına kimse uğramaz hale geliyordu. Ama terzinin bunca yıldır devam ettirdiği hayatı değiştirecek cesareti yoktu. Pantolonun paçasında hep o beyaz iplik, sanki bir mucizenin, dışarıdan bir gücün her şeyi değiştirmesini bekliyordu.”
– Ne oldu peki sonra adama?
– “Artık üniversiteye gidiyordum. Bir akşamüstü yine aynı saatte dükkânını kapatıp evine doğru yürüyen bu adamla karşılaştım. ‘Bir dakika’ diyerek onu durdurdum, sonra uzanıp paçasındaki o iplik parçasını aldım…”
*Tev bi hev re: Kürtçe ‘hep birlikte’ demek.