Ana SayfaYazarlarSerbestiyet’teki farklar ve tartışmanın tanımı

Serbestiyet’teki farklar ve tartışmanın tanımı

[26 Ocak 2014] Bir elitin ölümü’nü 22 Aralık’ta yazmışım. Çıkış noktam, henüz tane tane söyleyemediğim temel fikrim şuydu: Her tarihsel dönemin kendine has iktidarını ve kendine has muhalefetini bir bütün olarak düşünmek lâzım. Biri, diğerinin aynadaki aksi. Hepsi, belirli bir “siyasa”nın (politics) bir parçası. Yapıştırıcısı da ortak bir siyaset kültürü. İçinde yaşarken ve tabii henüz çok gençken, “hâkim sınıflar”dan tamamen farklı ve yüzde yüz zıt olduğunuzu sanabiliyorsunuz. Eh, farklısınız da. Ama aynı zamanda, “zıtların birliği” gibi diyalektik bir ilişki içindesiniz. Nitekim, gün geliyor, bir de bakıyorsunuz ki benimsediğiniz, emek ve sosyalizm yanlılığıyla tarif edilen muhalif aydın mevzilenişinden eser kalmamış. Ama bunun bir çağın göçmesiyle ilişkisini hemen anlamayabiliyorsunuz.Buradan devam edecektim, Kemalist elitin ölümünün, madalyonun diğer yüzünde, aynı zamanda benim de mensup olduğum ve 1950’lerdeki ilk çocukluk anılarımdan bu yana habire ufalanışına tanıklık ettiğim eski sol intelligentsia’nın neden artık tâyin edici sonu anlamına geldiği; 2013-2014 itibariyle bu zümrenin hiçbir manevî ağırlığının, sözü dinlenilirliğinin kalmadığıyla. Meğer 1’de kısmen döndüm de bu meseleye (6-7 Ocak 2014). Daha ziyade, işin demokrasiye inanmamak ve demokratik kurumları savunmamak boyutu üzerinde durdum. Buradan, eski solun en akıllı kişi ve kesimlerinin dahi AKP ile ilişkisinin yadırgı ve eğretiliğine geçtim. Ama söz konusu çarpık ve yanlış siyaset anlayışının, onyıllar boyu aynı solun iç dokusuna ve insan ilişkilerine nasıl yansıdığına, o ân için değinemedim.Derken bunlar hayli gerilerde kaldı; araya bir yığın başka şey girdi. Derinleşemedim; güncellik aldı götürdü. Şimdi ise, konuya dönmenin çok somut bir vesilesi oluştu. O da, Zaman gazetesinin manşetine taşıdığı “Yetti artık AKlama!” bildirisiyle de netleşen, Serbestiyet içindeki görüş ve tutum farkları. Dün Gürbüz Özaltınlı’nın yazdığı gibi (25 Ocak: ‘Yetti artık’ bu kavgada hiçbirimiz tarafsız değiliz), Serbestiyet yazarlarından dördü bu bildirinin ilk imzacıları arasında yer aldı (Erol Katırcıoğlu, Ferhat Kentel, Turgay Oğur, Roni Margulies). Buna karşılık genel kamuoyunun o kadar bilmediği başka bir şey var: gene Serbestiyet’ten ben dahil yedi kişi ise — üstelik bir kısmı gerekçelerini de uzun uzadıya açıklayarak — aynı bildiriyi imzalamayı reddetti (hatırlayabildiğim kadarıyla, Vahap Coşkun, Oral Çalışlar, Halil Berktay, Alper Görmüş, Serdar Kaya, Gürbüz Özaltınlı, Akın Özçer). Kuşkusuz bu, çok ciddî bir ayrışma. Özetle, Türkiye’nin en güncel ve konjonktürel bölünmesi açısından hayli zıt noktalardayız demek. Kendi payıma, ben de o “yetti artık” bildirisini gerçekten feci, felâket bir siyasi hatâ olarak görenlerdenim. Gürbüz Özaltınlı’nın 25 Ocak yazısının içeriğine, esastan ve tamamen katılıyorum. Bu soruşturmaların ardında Cemaat’in olduğuna inanmadığını söyleyen, hattâ yargı ve polis içinde bir cemaat örgütlenmesinin varlığını “Kemalist paranoya” diye niteleyen Roni Margulies’in tavrını yorumlamakta ise, doğrusu ben de özellikle zorlanıyorum.İyi de, bütün bunlar Serbestiyet açısından ne ifade ediyor? Amacım bu konuya kendimce iki açıdan açıklık getirmek. Bu yazının kalanında, söz konusu farkları tanımlamaya çalışacağım. Elbette bu, kendi öznel yorumum olacak. Bir sonraki yazımda ise, bu farkların pratikte nasıl ele alınabileceği üzerinde duracak; biçim ve üslûp meselelerine değinecek; bunları da, en başta sözünü ettiğim, solun çürüme sürecinin siyaset kültürü boyutuna bağlayacağım.Bu site ve burada yazanlar, kendi içinde anlaşmış bir düşünce ve siyaset kollektifi değil. Bu çok açık. Bizler tarihsel bir tesadüfün; gazetenin sahibinin geçmiş beş buçuk yılda hiç sergilemediği türden ve çok anî gelişen bir dizi editoryal müdahaleyle empoze ettiği hızlı çizgi değişikliği girişiminin, iki arkadaşımızın işten çıkarılmasına kadar varmasına tepki sonucu Taraf’tan birlikte ayrılmış olmanın sonucuyuz. Bağlayıcı bir çizgimiz ve kararlarımız yok; sadece, ortak bir geçmişten kaynaklanan minimal anlayışlarımız ve karşılıklı güven ilişkilerimizle var oluyoruz. Peki, bizim aramızdaki farklar acaba hangi noktalarda düğümleniyor? Kuşkusuz buna, herkesin değişik bir cevabı var. Üstelik bu değişik cevaplar, o görüşte olanlara doğal ama diğer bazı arkadaşlara çok ters, hattâ hakaretamiz de geliyor olabilir. Dahası, kendi görüşünü “doğru, dolayısıyla doğal” sayan arkadaşlar, bu görüşleri dile getirirken o diğer arkadaşları ne kadar incittiklerinin hiç farkında bile olmuyorlar. Bunun bir örneği, faraza “yetti artık” bildirisini imzalamayanlara karşı “AKP yandaşlığı” imâsında bulunulmasıyla; zıt bir örneği ise, faraza imzalayanların kendilerini Cemaat’e kullandırtmakla — ya da kestirmeden “kullanışlı aptallık”la — suçlanmasıyla oluşuyor.Ben öncelikle buradaki temel farkın “AKP’ye az karşıtlık – çok karşıtlık” veya “AKP’ye görece yakın – görece uzak olmak” diye tarif edilmesini çok yanlış buluyorum. Bana göre bunun doğru tarifi, AKP’ye (ve başka herkese) karşı bağımsız, demokrat bir eleştirellik ile özel olarak AKP’ye düşman ve devirmeci bir cephecilik anlayışı arasındaki ayırım. Yukarıda da ifade ettiğim gibi, bu farklılaşma daha bizler Taraf’tayken ve Ahmet Altan ile Yasemin Çongar henüz ayrılmamışken başladı. Erdoğan’ın diktatoryal bir megalomaniye kapılıp kapılmadığı; AKP’nin ilerici reformculuğunun tükenip tükenmediği; Kürt meselesine barışçı çözüm umutlarının hâlâ ufukta gözüküp gözükmediği noktalarında bir tartışma başgösterdi. O sırada örneğin Alper Görmüş, Markar Esayan, Yıldıray Oğur ve Gürbüz Özaltınlı, gazetenin AKP ve RTE’ye saldırı üslûbu ile dozajına karşı uyarılarda bulunmaya başladılar. “Eleştirel gazetecilik” çizgisinden “iktidardaki düşmana karşı cephe gazeteciliği”ne belirli bir savruluşu gündeme getirdiler. Bense itiraf edeyim ki o sırada problemi pek anlamadım. Marksist teorideki “burjuvazinin devrimci barutunun kaçınılmaz tükenişi” paradigmasından türetilmiş “AKP artık bitti” hükümlerini aceleci bulmakla birlikte, özellikle Erdoğan’a manşetten çok ağır saldırı modunu, herhalde benim duygusal tepkilerime de uyduğundan, doğrusu çok yanlış bulmadım. Şimdi ise, o ilk uyarıların çok haklı olmuş olduğunu düşünüyorum. Nitekim, gazetenin bütün yükünü Markar Esayan, Demiray Oral, Kurtuluş Tayiz ve Tuncer Köseoğlu’ların üstlendiği bir geçiş döneminin ardından, Oral Çalışlar’ın da daha dikkatli ve dengeli bir gazeteciliği hâkim kılmasıyla birlikte, bunun altını oyma çabaları yoğunlaşmakta gecikmedi. Neşe Düzel’in alternatif yönetim olarak ileri sürülmesi ve patronun bütün desteğini ona kaydırması, gazetenin Cemaat kanadının egemenliğiyle birlikte, bizim bildiğimiz eski, düzgün, demokratik, çok sesli Taraf’ın sonu oldu. Bu noktada sözü, o sırada Taraf’ta kalan ama daha yeni ve çok net eleştirilerle ayrılan Hıdır Geviş’e bırakayım. Son yazılarından birinde,Geçmişte İstanbul’un ortasında patlayan bombalar şimdi patlıyor mu… patlamıyor. Geçmişte her gün yüreğimizi yakan şehit ve gerilla haberleri şimdi geliyor mu… gelmiyor. Geçmişte dededen bürokrat Ankaralıların çocukları devlet burslarıyla yurtdışına giderken şimdi köylü çocukları gidiyor mu… gidiyor. Geçmişte ülkeye düşman kampta yer alan Öcalan şimdi Türkiye’nin çıkarlarını gözeten bir vatansever gibi davranıyor mu… davranıyor… Geçmişte ülke ekonomisini delik deşik eden o iğrenç IMF’den şimdi eser var mı… yok… Geçmişte bütün ülkelerin ekonomisi üzerinde kirli oyunlar çeviren uluslararası finans kuruluşları şimdi istedikleri gibi cirit atıyorlar mı… atamıyorlar. PKK geçmişteki gibi savaşıyor mu… savaşmıyor. Geçmişteki gibi büyük devlet ihaleleri büyük ailelere mi veriliyor… verilmiyor… Geçmişte Kürt sözcüğünü dilimize alamazken şimdi her şeyi aradaki kazalara rağmen özgürce tartışıyor muyuz… tartışıyoruz… O hâlde her şey tam iyiye giderken bu kriz niye?diye soruyor ve ardından, Taraf gazetesinin “aktivist kıvamdaki haberciliğini iyice ileri götürüp bu kadar militan bir düzeye taşıması”na iyiden iyiye bir mim koyuyordu.Bence meselenin püf noktası burada. Serbestiyet  “AKP’yi yeterince eleştirmiyor” ya da “AKP’ye fazla yakın” bulunuyormuş. İnsaf ediniz; hiç farkında değil misiniz, bu sitede AKP’nin ne kadar eleştirildiğinin? Sadece “yetti artık” bildirisini imzalamayanlardan söz edeceğim; tekrar bakalım mı, Oral Çalışlar’ın, Alper Görmüş’ün, Demiray Oral’ın, Tuncer Köseoğlu’nun, Hidayet Tuksal’ın, Serdar Kaya’nın, Gürbüz Özaltınlı’nın, Akın Özçer’in, Vahap Coşkun’un, benim (ve aramıza yeni katılan Doğan Gürpınar’ın), haydi çok gerilere gitmeyelim, sırf burada ve Kasım’dan bu yana yazdıklarımıza? İsterseniz gelin, bu yazılardan AKP’yi eleştiren cümle ve paragrafları kopyala-yapıştır yöntemiyle tek bir metin haline getirelim; AKP’nin hangi dış veya iç politika hatâsını, hangi yolsuzluğunu, hangi anti-demokratikliğini, hangi lâf dinlemezliğini, hangi milliyetçi ve sair körlüğü veya fanatizmini es geçmiş ya da aklamışız?Ama hayır, mesele bu değil gerçekten. Fark, benim ve isimlerini saydığım arkadaşların, AKP’yi “devrilecek düşman” bellemeyişimizde; AKP’ye karşı bir “düşman cephe” yazarlığı yapmıyor oluşumuzda yatıyor. Tek tek olaylar bazında yanlış/doğru tavırları alıyor, ama belirli bir ideolojik çatı altından konuşurcasına “topyekûn” bir muhalefet yapmıyor; buna uygun, çok şiddetli ve öfkeli, lânet yağdıran, “kahrolsun”cu bir üslûp kullanmıyoruz. Eleştiri fazlasıyla var. Ama ne yok?  “Diktatör” yok; “diktatörlük” yok; “faşist diktatörlük” yok; (Roni Margulies  göğsünü gere gere savunduğu için varlığını ayrıca ispatlayama kalkmayacağım) “ne pahasına olursa olsun devirmeci” ve “hurracı” anlayış yok. Bize “fazla AKP yanlısı” diye bakanları da, (argo deyimiyle) işte bu “kesmiyor” zaten. Geçenlerde, sol-eleştirel tarihçiliğimden hareketle, Gezi olayları tırmanırken benden asker müdahaleciliğini desteklememi bekleyen öğrencilerimden söz etmiştim. Aynı şeyi anlıyorum ki Gürbüz Özaltınlı da yaşıyor. Serbestiyet’e peşpeşe üç Erdoğan eleştirisiyle başladı Özaltınlı. Ama operasyon başladığında “devirmeci” bir tutum almadığı için hayal kırıklığına uğrayan bazı okuyucuları arasından, kendisine “kara büyü” yapıldığını düşünenler bile çıkıyor.Evet, farklar böyle (bana kalırsa). Şimdi gelelim, bunları nasıl idare edebileceğimiz; bu konuda yeni bir kültür ve model sunup sunamayacağımız sorusuna.

- Advertisment -