Sağlam bir piyasa ekonomisi bilgisine sahip olmayan insanların, özellikle ekonomik hayatın akışını tam olarak kavraması; sağlam bir piyasa ekonomisi alt yapısına sahip olmayan ülkelerin ise istikrarlı şekilde kalkınması çok zor. Bu yüzden, derler ya, YÖK mevzuatı izin verse ve ben o yetkiye sahip olsam, üniversitelerdeki — tıp fakülteleri, mühendislikler, güzel sanatlar vb dahil — her ama her bölüme, “piyasa ekonomisinin temelleri ve işleyişi” gibi bir ders koyardım. Nitekim Guatemala’da liberallerin kurduğu, bunu yapan bir üniversite var. Neyse, konuyu dağıtmayalım. Bu yazıdaki ana meselem sermaye birikimi, finans sektörü ve ekonomik kalkınma.
Her toplum yaşamak için tüketmek zorunda. Tüketeceği şeyleri ya kendisi üretecek, ya da bunları ona başkaları sağlayacak. Hayatta kalmak için ihtiyaç duyduğu şeyleri üretebilen bir toplum, başarılı bir ekonomik performans sergiliyor demek. Ancak bu yetmez. Bir taraftan nüfus artışı, diğer taraftan ihtiyaçların çeşitlenmesi ve artması, daha fazla üretimi gerekli kılar. Bu nasıl yapılacak? Üretim kapasitesini artırarak. Bu da şu demek: Ya mevcut üretici güçler daha fazla üretecek, ya da yeni üreticiler devreye girecek. Her ikisi yatırım ihtiyacına gelir dayanır.
Yatırım nasıl yapılacak? Bir toplum ürettiğinin tümünü tüketirse yatırım yapamaz. Yatırım yapabilmek için, ürettiğinin bir miktarını tüketmeyip tasarruf etmesi gerek. Bu tasarruflar yatırıma dönüştürülür ve ülkelerin üretim kapasitesi bu sayede genişler. Ekonomik kalkınma dediğimiz şey, çok basitçe, bundan ibaret. Şüphesiz üretim kapasitesinin artması, emeğin vasfındaki iyileşmelerle, teknolojideki gelişmelerle ve üretim zincirindeki organizasyonların etkinleştirilmesiyle de ilgili. Ama bunlar hem sermaye artışının yerini alamaz. Hem de bu yazının hatırına ihmal edilebilir.
Bu yüzden, ekonomik büyüme üzerinde yapılan tartışmalarda ilk bakılan şeylerden biri tasarruf oranlarıdır. Diğer faktörler sabit kalmak şartıyla, tasarruf eğilimi ve oranı yüksek ülkeler ekonomik bakımdan gelişme gösterir. Olmayanlar ise yerinde sayar veya (mutlak olarak değilse de, diğer ülkeler geliştiği için) en azından nisbî olarak geriler. Çin’in son yirmi yılı, tasarruf oranı ile ekonomik büyüme arasındaki bağın görmezden gelinemeyecek bir kanıtıdır.
İnsanlar her çağda tasarruf yapmak açısından aynı derecede imkân sahibi değildi. Üretim azlığı ve mübadele araçlarının olmaması, tasarrufu da neredeyse imkânsız hâle getirmekteydi. Paranın icadı gökten inen bir mucize gibi insanların hayatını değiştirdi. Para tasarruf yapmayı ve tasarrufları ekonomik süreçlere sokmayı kolaylaştırdı. Şöyle anlatayım: Yılda yirmi ton fındık üreten bir aile, para diye bir şey yokken, fındıklarının bir kısmını diğer ihtiyaçları için başka şeyler üretenlerle mübadele ederdi. Bir kısmını da kendi tüketimi için ayırırdı. Ama mal üzerinden tasarruf yapması çok zor olurdu. Taşıma zorluğu, dayanıksızlık, başka mallara dönüştürülmede ölçek sıkıntısı gibi sorunlardan dolayı, bu aile ciddî bir tasarruf yapamazdı. Paranın mevcut ve dolaşımda olduğu bir ortamda ise aynı aile, fındığın kendi ihtiyacı olan kısmını ayırır. Kalanını satar. Aldığı paranın bir kısmıyla diğer ihtiyaçlarını satın alır. Kalanını da bankaya tasarruf olarak yatırır. O ve onun gibi tasarruf sahiplerinden gelen tasarruf paraları yekunu, kısmî rezerv bankacılığı dünyasında, “yeni para” yaratılmasına sebep olur. Finans kuruluşları bu paraları yatırımcılara kredi olarak verir. Bu, toplumun üretim kapasitesinin gitgide genişlemesine yol açar.
Toplumsal mekanizma bu, ama işlemesi bazı şartlara bağlı. Paranızı harcamak ve gününüzü gün etmek varken, niçin tasarruf edesiniz ki? Elbette yaşlılık, hastalık, işsizlik gibi durumlar sizi bunu yapmaya sevk eder. Ama tasarrufu para olarak tutmak yerine başka şekillerde de kullanabilirsiniz. Meselâ imar rantlarının yüksek olduğu yerlerde arsa alabilirsiniz. Ne var ki bu, reel bir ekonomik değer yaratmaz. Ekonomik kalkınmaya destek sağlamaz. Tasarrufların toplam üretim kapasitesini artıracak yatırımlara dönüşmesi, ekonomik kalkınmayı sürükler. Hangi dine, kültüre ve ideolojiye bağlı olursanız olun, dünyanın neresinde yaşarsanız yaşayın, bu gerçek değişmez.
Müslüman toplumlarda bu tasarruf-yatırım mekanizmasına bakışta bir şüphe ve endişe kaynağı var: faiz meselesi. Müslümanlar faizi kendi başına kötü (haram) olarak görmekle kalmıyor; onu başka birçok kötülüğün de kaynağı sayıyor ve sonuçta “faizsiz bir toplumsal-ekonomik düzen” kurulmasını talep ediyor. Son talep elbette yanlış, zira çoğulcu bir toplumda, her konuda olduğu gibi faize bakışta da farklı yaklaşımlar olacaktır. Nasıl ki faizsiz işlem yapanlara imkân tanımayan bir sistem kurmak insan haklarını ihlâl etmekse, faizle işlem yapmak isteyenlere bu imkânı vermeyen bir sistem kurmak da insan haklarını ihlâl eder. Bu yüzden, bu alternatifi dışlamak zorundayız. Aynı şekilde, faizli işlem yapmayı mecburî kılan sistem kurma arayışlarını da dışlamalı ve mahkûm etmeliyiz. Özgürlükçü bir toplumda, isteyen faize dayanan isteyen faize dayanmayan ekonomik işlem ve ilişkilere girişebilir. Devlet bunlara köstek olma hakkına sahip değildir. Nitekim son yıllarda katılım bankacılığının hemen her yerde ortaya çıkması, finans sektöründe ilkesel çoğulluğa katkı sağlamıştır.
Bununla beraber, faizi peşinen mahkûm eden görüşler de tartışmaya açılabilir. Faiz paranın fiyatıdır. (a) Tasarruf sahibi açısından faiz, parayı kullanılmak üzere ödünç vermenin karşılığıdır. Teknik lisanla bunu şöyle açıklayabiliriz. Tasarruf yapıp yapmamak, kişilerin zaman tercihi ile alâkalıdır. Zaman tercihi yüksek olanlar, tasarruf yapmayıp parasını hemen tüketime harcar. Zaman tercihi düşük olanlar ise tüketimini erteler. Bu erteleme tasarrufları ortaya çıkarır. Harcamayı erteleyenlerin bunun için ödüllendirilmesi gerekir, çünkü onların tasarrufları toplumun sermayesine dönüşecek ve toplumu ekonomik olarak ileriye taşıyacaktır. (b) Yatırımcı açısından faiz, yatırım fonlarını kullanmanın fiyatıdır. Bankalar burada aracıdır. Mevduat sahipleri bankaya bir ücret karşılığı para yatırır; bankalar da bunları yatırımcılara gene bir ücret karşılığı aktarır.
İslâmî literatürde faizle ilgili tartışmalarda kullanılan bir başka yaklaşım daha var: faiz ile riba arasında bir ayırım yapmak; ribayı haram fakat “makul” bir faizi meşru görmek. Riba, günlük ihtiyaçlarını karşılamakta, yani hayatını sürdürmekte zorluk çeken ve bunun için borç almak zorunda kalan insanlara faizle borç para vermektir. Faiz ise, ihtiyaçlarını rahatlıkla karşıladıktan sonra artanlarla bir birikim oluşturan kimselere, bu birikimi korumaları ve ekonomik süreçlere dâhil etmeleri için verilen bir ödül veya teşviktir. İslam tarihinde faizli işlemlerin olduğu ve (Ebussuud gibi) bazı âlimlerin faize belli oranlarda cevaz verdiği de bilinmektedir.
Öyle veya böyle; faizle işleyen veya katılım yoluyla çalışan tüm finans kurumları bu ülkenin varlığıdır, finans sektörünün parçasıdır. Finans sektörümüz ne kadar güçlenirse ekonomik olarak gelişme şansımız da o oranda artar. Bu yüzden, vergi oranları ve mevzuatından lisanslama ve çalışma şartlarına kadar sektörü geliştirmek için atılacak her adım, ekonomik kalkınmaya katkı sağlayacaktır.