Sana mektup yazacağımı, hele o mektubu öte dünyaya salacağımı rüyamda görsem hayra yormazdım…
Bir hayr da sizin oraya teşrif ettiğimde yazıp yolladıklarımın alıcılarına ulaştığını, onların da bana yanıt yazıp, vermek için elde zarfla beklediklerini gördüğümde olacak…
Senin hayli geç evlendiğin karınla nikah cüzdanınız niyeyse bende?
Ne çok şey bana emanet edilmiş, kader tarafından, ne çok hikaye kalbimde saklı…Ortalıkta başka çocuk mu yoktu, bu güzel yüklerin hepsi bana aktarılmış. Aldı beni bir tasa, benden sonrakilere devretmeli, unutulmasın, ama az ama çok geçmiş hayatların renkleri, sırları, güç ve güzel yanları, emanet miras bu. Hikaye yükü ağırdır, sır’lıdır, ama, paylaştığında yeğni’dir.
Öyle iyi sakladım ki nikah cüzdanını, bütün sıkı saklanan şeyler gibi, onu da bulamadım.
Aman, ayrıntıya ne gerek? İki vatanlı, pek hünerli, geç gelen tek hanımlı, gezginin biriydin.
Hem enine, hem boyuna’ydın, ağız tadı gelişmiş bir şikemperver, gönül gözü açık, zeki ve gülmeceye yatkın, duygulu, bir gözü kör’dün…
O dönem insanlarının tamama yakını gibi savaşın , savaşların tanığıydın, vatansız, ama, aslında iki vatanlıydın.
İzmir’de artık yapanı kalmayan özel bir yemek, onun üstüne içilen özel bir çay’ın görsel ve ses kaydıyla uğraştığım son birkaç gün, öyle çok andık ki seni, dünyanın savaşların sürdüğü yüzü de öyle yakın bize, öyle yakın, İdlib bombalanırken çocukların hali öyle can yakıcı, bütün bunlar sana öylesine âşina ki, dur dedim, yazıp anlatayım, bakarsın ahiret postası ulaştırır, ona bir renk ve soluk olur, bana avunmak…
Senin ritm saz ustalığını ben nasıl unutmuşum? O özel ve zor, artık yapanı ve bileni kalmayan yemeği yapan hatun hatırlatınca sanki bir perde kalktı zihnimden, olancasıyla hatırladım…
Sahi ya, dümbeleği, avuç içinle derisini ısıttıktan sonra nasıl ustalıkla çalardın, kaşığı, tepsiyi de çalardın, ıslığı da, ağız mızıkasını da…
Manii atarmışsın, bak ona tanık olmadım, birkaç farklı dilde ama en çok kendi anadilinde atarmışsın onca manii’yi, senin kadar çok manii bilen yokmuş.Bunları kayda alamadığıma yandım.
Arapça bilirdin elbet, Türkçe, İtalyanca, çünkü İtalya’dan buraya bavul ticareti yapardın, eh, Rumca ve Ermenice çata pata bildiğin dillerdi, hele ilkinde epey ileriydin.O dönemin İzmir’ini düşünecek olursak…
Dünyayı tutuşturuyorlar, sizin zamanda kimler tutuşturduysa, şimdi gene onlar…
Siz İtalyan harbi başlamadan daha, padişahlıkta, bütün erkek kardeşler kalkıp buraya geliyorsunuz, zaten kökeniniz Kastamonu, dedeceğizim Kastamoooni diye söylerdi, nerden mi biliyorum, dayım askeri okula alınırken, soy sopça sıkı sorgulandığında çıkmış. Büyük dede Osmanlı askeri olarak kuzey Afrika’ya gitmiş, karısı, çocukları Kastamoni’de kalmış, eh askerlik 12 yıla uzayınca, o da orada evlenip çoluk çocuğa karışmış, burdaki ailesi burda onu beklerken.
Hep gülerdin, hınzır hınzır, alttan alta bir gülüşün vardı. Yemek yapardın, çay demlerdin, ki pek özel bir çaydı o yaptığın, siyah ve yeşil çayı karıştırıp, şekerle kaynatırdın, mangalda, sohbet eşliğinde…Üç tur dönerdi, bu, kesme cam minnak kadehlerde sunulan simsiyah çay, sonuncusu kavrulmuş yerfıstığıyla gelirdi, ilk ikisi, yüksekten akıttığın çaydan nasıl yaptığına şaştığımız koyu bir köpükle, sihir gibiydi, ıtır kokardı çay, çünkü ıtır yaprağı katardın.
Savaş çocukların çocukluğunu çalar, bunu en iyi bilensin.
Coşkusunu, oyunlarını, yarınlarını çalar. Çayın tadını, ekmeği de çalar.
Anasız babasız , vatansız kaldığındandı belki, bize düşkünlüğün, ara ara gözyaşı döktüğünNapoli’den oyuncak getirirdin bize, o zaman bizim ülkemizde olmayan oyuncaklar.Ama tahtadan da yapardın, teli kıvırır araba yapardın, güzel topaç çevirirdin.
Ben bu mektubu yazarken bombalanan İdlib’in iki oğlancığı, biri gözlüklü üstelik, ya kırılıp gözüne batarsa tasasıyla izliyorum, birbirine sarılmış korkuyla ağlıyorlar, bombacılar ne görür çocukları ne duyar korkularını.Ortadoğulu çocuklar sizin çocuk olduğunuz zamanlardan daha beter zamanlarda.Bugünleri yok, dün’leri çalındı, yarın diye bir şey hepten yok…Yurt, yuva, fotoğraf, oyuncak, hiçbir şeyleri kalmadı, taş üstünde taş bırakmadı dünyayı paylaşanlar, paylaşıp sınırları değiştirmek için çocukları ve onların vatanlarını vuranlar, dünyayı tutuşturanlar.
Koskoca dünyada bir oturumluk yer bırakmadılar güzelim çocuklara, uçurtmayı salacakları bir gökyüzü bırakmadılar, çiçekler açmıyor, kuşlar ötmüyor olmalı şimdi onların vatanında. Ya nereye sığınacak bu serçe kuşu çocuklar?Ağlama hemen, hem sen ölüsün, ağlayamazsın…
Gözü olan değil, kalbi olan mı ağlar? Haklısın.
Siz göçtüğünüz sıra, Cevat Şakir beyin, hani Halikarnas Balıkçısı olan, ailesi de Bingazi’den vatana dönüyormuş, onlar da göçüyormuş, oralarda dönümlerce portakal bahçeleri, yazlık kışlık evleri varmış, kolay mı, koskoca Şakir Paşa soyu. Yunanistan üzerinden Istanbul’a indikleri zaman gözyaşı dökmüşler,’ Istanbul dedikleri bu mudur, ne sönük bir yerdir, nerede bizim Bingazi?’ diye…Hoş, eğer göçettikleri şehir Istanbul ola idi, o zamanın Istanbul’u, gittikleri yer de dünyanın en güzel şehri olaydı, gene geride bıraktığı kendi şehriydi, göçene güzel gelen…
O, bizim eski mahallede unutulan yemeği/çayı yapan hanım buraya sizler gibi gelen, ‘siz oralı değil, Osmanlı’sınız, onun için yollar açılsa da geri gitmeyin’ diyen eski zaman yöneticileri onları burada bağrına bassa da, büyüklerinin ölene dek ‘Biladi…Biladi’ diye ah ettiğini anlattı.
Biladi, yani vatanım, ah vatanım…
İdlib bombalarla yakılıp yıkılırken, birbirine sarılmış ağlaşan o iki küçük çocuk, gözlüğünü düzeltip, arkadaşına sarılıp ağlamayı sürdüren oğlancık bakalım ne zaman nerelerde ‘biladi’ diyecek, diyebilecek mi?
Aylan Kurdi hiç diyemeyecek, onun gibi nicesi hiçbir zaman ah vatanım diyemeyecek.
Ah zalim dünya, ah kendini dünyanın sahibi sayan zulümcüler, sızıyı, vatan hasretini, şu koca dünyada birbaşına çaresiz kalmışlığı ve çocukluğunu yitirmeyi hiç bilmeyecek olanlar, ah…