Hem ustam, hem ağam.
Arzuhalcilerin en esaslısı, adamların adamı, emekleri sağdıç emeği…
Hemite’den çıktınız yola, Göğceli’den yani, şimdinin Gökçedam’ı…Nigâr hanımla Sadık efendinin oğlu kör Kemal…Nüfusa kaydınız ilkmektep bittikten sonra düşülmüş. Anacığınız yayla dönüşünde doğurmuş sizi, eh bu da Ekim olur, demişsiniz. Türkmen köyünün tek Kürt ailesi sizinki, evde anadilinizi, dışarda yeni dilinizi konuşmuşsunuz.Babanız Luvan aşiretinden. 1915’de Urus köyünüzü basınca, Van’dan Diyarbakır’a, oradan Çukurova’ya, bir buçuk yıl süren bir göçle gelmişsiniz. Baba elli yaşın üstünde, hatunu Nigâr on yedisinde…Siz daha şuncağız çağayken , kurban kesiminde bıçak yolu şaşırmış, sağ göz gitmiş, ertesi yıl , Van’dan kanadı altına alıp da getirdiği oğulluğu Yusuf, babayızı öldürmüş. Siz on ikinize kadar kekeme kalmışsınız.
Babanızın yanıbaşındaymışsınız, camiide namazdayken kıymış ona Yusuf, sabahlara kadar içiniz yanmış, ağlamışsınız, elbet sözcükleriniz kayıp, kekeme olmuşsunuz. Hayat bu be ağam, yerlerin göğlerin olanca kelimesi, kanadı, insanı, vukuatı sonra size kısmet olmuş…
Tek, türkü çığırırken takılmıyorsunuz, su gibi akıp da gidiyor, türküleriniz. Babayızın ardısıra, ananız Tahir emminize varmış, ya ned’eydi?
Bey ailesi yoksul düşmüş…Çerçi köye gelende kadınların aldığını, borcunu bir deftere yazarmış…Bu nedir demişsiniz, demişlerkine, bu yazıdır… Yazıyla tanışmanız böyle, en güzel hikayeniz bu…
Burhanlı köyünde okuyup yazmanız üç aya sığmış…Orta ikideyken, Türk Maarif Cemiyetinde parasız yatılı olsanız da, üç ay devamsızlık yapınca bu hakkı kaybetmişsiniz.
Son sınıftayken de tasdiknameyi alıp çıkmışsınız, ırgat katipliğinden arzuhalciliğe, Savrun suyu bekçiliğinden ağıtçılığa, Ramazanoğlu kitaplığında memurluğa, traktör sürücülüğü, zirai mücadelede ırgatlık, çeltikte kontrolcü, Kadirli Bahçe’de vekil öğretmenliğe, türlü çeşit işin boyasına boyanmışsınız. Yaşlı halk şairleriyle şuncacık yaşınızda atışırmışsınız. Saz’ınız berbat, söz’ünüz esaslıymış. Öyle ki, aşık Mecit’le Kadirli’de bir kahvede sabahlara kadar atıştığınız bile rivayet edilir.
Üç yıl evelisi ‘ne haliniz varsa görün, hadi Ezrail, biz gidek’ deyip, çekip gittiniz.Doksanı devirip öyle gittiniz, bi sorun hele, gitmişim gibi geliyor mu sana diye, hayır, gelmiyor…Arada gümbür gümbür kahkahayı (kimileyin tatlı küfürleri) bastığınızı duyuyorum diyceem, demeyim , kalsın, tuhaf bakar ötekiler.
O güzelim resim de gitti gider bu arada, hani Nazım sergisi olduydu ya, YKY’ta, siz, Rasih Nuri bey bir de bu fakir, kimseciklerle resim çektirmeyen, hadi çekinelim demeye utanan, o akşam niyeyse istemişti. Yayınevinin fotoğraf sanatçısı da pek güzel çektiydi, iki poz, ikinizin arasında durduğumu, yani üçümüzün ak kağıt üstündeki mutluluk mührünü. Dedim, kimselere vermeyin, ya yayıncıma iletin ya şu adrese, dedim, kaybedecek olana verilmiş, itinayla kaybedildi netekim. (O sergide de hep Vera dedikodusu ettiydim, o da ayrı. Geçenlerde Gün Benderli’nin anılarını okurken baktım, o da bencileyin hazzetmiyor Vera’dan, yüreğim soğudu inan olsun…)
Ama var başka suretimiz, hani bizim hastaneye geldiydiniz, dilene isteye esaslı bir kütüphane kurduğumuz Fizik Tedavi Merkezi’nde, Bahçelievler’deki, hem kütüphaneyi hayırlamaya hem bir dostunuzu ziyarete…Orada, kantinde, hastalar ve kantin çalışanları, birkaç sağlık elemanı iki resim çekindiydik, sizle bile paylaşamadığımız, kartal gibi kanatlarınızın altına almışsınız hepimizi, nasıl gülmüşüz…Bulursam, bu yazı ekinde ileteceğim o fotografiyi…
1939’da ilk şiiriniz Seyhan, Adana’da Görüşler adlı Halkevleri dergisinde basılıyor. Orta mektebi bırakmış, folklor derleyiciliğine koyulmuşsunuz. Ufukta ağıt toplayıcılık, söyleyicilik, arzuhalcilik var, dünya çapında yazı/söyleyiş ustası olacağınızı bir söyleyen olsa, siz bile inanmazdınız. Çukurova/Toroslardan topladıklarınızla dokuduğunuz Ağıtlar, 1943’de Anada Halkevince basılmış. Kayseri’de askerken ilk hikaye çıkagelmiş, ‘Pis Hikaye’ yaş 23.
Boratav ve Dino’larla tanışmak şansınız. Heniz Kemal Sadık Göğceli’siniz, Yaşar Kemal olmaya vakit var daha…51’den sonra Cumhuriyet’te röportaj ve fıkra yazmaya koyulduktan sonra o. 1952’de ilk hikaye kitabınız Sarı Sıcak basılır. 47’de koyulursunuz İnce Memed’e, başlayıp bıraksanız da, 54’te bitirirsiniz. Dört kitaptan oluşan İnce Memed’in yazımı kırk yılı bulur.
Efsaneler, masallar ve insanlardır, kökünüz kömeciniz, olanca bereketiniz. İnsanların da mahmuru değil, mağduru, çile çekmişi, direnmişi…
Şiire, âşıklığa karşı çıkan ananız , babanızın koruyucusu bir şaki vurulduğunda, akşamdan sabaha yaktığınız ağıtları işitince, maşallah demiş.Yaktığınız ağıdı beğenmesi demek, sizin anayızı yenmeniz demekmiş.
Benim için varsa yoksa, Teneke!
İnce Memed’in ilk cildi.
Sonuncu kitabınızı geçiniz, onda çok bastılar dalınıza.
Bir de ‘ Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca…’
Varsa hikayeleriniz, yoksa gene onlar…
Ada Üçlemesi için, eşim ‘Kazdağlarında Bazlamanın, içli köftenin işi ne bre ağam?’ diye sorduğunda, ‘oğlum, o benim ütopyam’ dediydiniz. Düşüne kaldıydık…
Ama Ada üçlemesi…Gözümün nurunu akıttım, ben okurken öyle ettim, siz nasıl yazdınız, nasıl taşıdınız kalbinizde, nasıl söylediniz?
Ve siz dağ gibi adam, arzuhalcilerin ve söyleyicilerin en esaslısı, onca görkemli kitapla, hem de Can Yücel’in ‘Nobel baba’sıyken ve ananızın ağ sütü gibi hakkınızken, gide gide kimlere gitti o Nobel denen…
Koğ ediyorum, evet, ara sıra da olsa, Allah’ına kadar ettiğimiz koğ’dan…
‘Az gelişmiş ülkelerde insan emeğiyle birlikte doğa da sömürülüyor.’ Haklısınız, ‘insan kendini kurtarabilir, ama, doğa ölünce, onu kimse kurtaramaz.’Öyle…
‘Ormanı bitmiş, doğası ölmüş bir memleket, kültürünü, yaratıcılığını da yitirdi yitirecek.Bir ülkede toprak ölmüşse o ülke ağzıyla kuş tutsa, kolay kolay kalkınamaz.’ Doğru…
‘İnsanları kurtarmak, toprakları kurtarmakla orantılıdır.’Elhak, öyledir.
Üç şeyle ülkenin öğünmesini istediniz:’ Atatürk’ün getirdiği kendine dönüş ve bağımsızlık politikası, Tonguç’n demokratik eğitimi ve Nazım’ın insancıl ulusal şiiri…Az katkı değil bunlar.’
Romanlar, röportajlar, ağıtlardan sonra döne döne okuduğum Teneke’den sonra bir mektup döşendiydim size, yazıya koyulduğumun ilk zamanlarıydı. Elinizden öperim, ellerinizi bırakıp yüzünüzden öperim, gölgenizde dururum ki, sözün büyüsü geçerse diye’ falan çalımla yazdığımı hatırladığım her sefer, yüzüm yanar…Siz de tutup cevap yazmışsınız, sizin söylediğiniz böyle, yalan değil, hayal değil, ilk kitabımı öğmüşsünüz…Neden miş’li geçmiş söylüyorum, çünkü benim mektubum da sizinkisi de sır olmuş…O güzelim postamız, üstünde salt adımız bile olsa, memleketimize salınmışsa eğer o mektup, küçük şehrimizde, kasabamızda postacının mutlak ulaştırdığı, büyük şehirlerde kaybolmuş…Ben kendi yazdığımı dedim, siz kendi yazdığınızı söylediniz, almış kadar olduk.
Kimbilir kime vardı oldu her iki mektup?
Hâlâ yanarım…
Ama Çukurova işi lahmacunu yediğimize hep gülerim…
Istanbul’larda nasıl bellemişlerse lahmacunu, çatal bıçakla, keserek yemeye giriştiklerinde…
‘Ağam bu nasıl lahmacun yemek?’ dediğime ağız dolusu gülmüştünüz.
Fındık lahmacuna basmıştık maydanozu, sıkmıştık limonu, lahmacunun da ilmi var…
‘Söz sanatı dünyayı dünya yapan sanattır.Söz insanla birlikte yaşar, insanın kanındadır, insana en yakındır.’
İnce Memed türküsündeki gibi, ‘Demiri dövdüren tavdır/ Ocağı yandıran kavdır/Dayan İnce Memed dayan/Bugün dövüşecek çağdır.’
‘Her şey bitip değişecek’, buyurduğunuz gibi, ‘her şey bozulacak, yön, yol değiştirecek herşey, ama, adamlık bitmeyecek!’
Zaten demiri dövdüren tav, ocağı yandıran kav, dayanıp da döğüşenler hep esaslı adam, sahici insan olanlar değil mi ağam, tıpkı sizin gibi? Burnumuzda tütüyorsunuz…Çağınıza tanık olmak, yamacınıza sokulmak, kitaplarınızı okumak onuruna eriştik ya, daha ne isteriz?…
Nur içinde yatınız…Sonra kalkıp, o güzel atlara binip, kâinatı turlayınız, kâinat güzelleşsin…
Yakışır…