Ana SayfaYazarlarİşgüzarlık

İşgüzarlık

 

 

İlk bakışta askerlikten veya sıradan hayatımızdan tanıyıp bildiğimiz şu babacan, vatanperver üst-rütbelilerden biri. Öte yandan da 70’ler solunun yakından tanıdığı, ismi kamuoyunda yankılanmış işkenceci bir cani. Dahası Diyarbakır’la birlikte12 Eylül’ün iki işkence merkezi Mamak cezaevinin yönetmiş, Diyarbakır cezaevinin Kürt siyasal hareketinin kaynağı sosyal/siyasal ağları göz korkutarak kurutma hedefli olarak çalışan bir odak olduğu artık anlaşıldı. Mamak ise 70’lerde kitleselleşen Marksist kökenli sosyal/siyasal ağları kurutmakla görevlendirilmiş. O ağların düğüm noktalarından intikam alarak deşifre etmek üzere vicdansızca ve canice programlı işkence düzeni kurulduğu da malum.

 

 

İşte o düzeni kuran kişi olan o babacan vatanperver rütbeli Raci Tetik geçende öldü. İşkence görenler; cenaze ritüelinin “Mevtayı nasıl bilirdiniz?” sorusunu “Kötü bilirdik.” diye yanıtlayarak hala devlet töreniyle ödüllendirilmesini protesto etmişler. Tabii devletten bir beklenti içine girerken onun yaptıklarını devlet için yaptığı da unutulmamalı.

 

 

Devlete bizler adına öldürme yetkisi veren idam cezasına karşı pozisyon alanlar olarak idam karşıtlığını; caniliği devlet adına örgütleyen böyle caniler için de savunacağımız açık. Bu adamın sağlığında kamuoyu önündeki ifadelerini izleyemedim ama  “Ben yukarıdan gelen emirleri uyguladım.” gibi şeyler söylediğini tahmin etmek zor değil. Öte yandan darbeci Evren dörtlüsünün aydınlara teker teker nasıl ve ne ölçüde eziyet edileceğini dikte etmiş olmaları da düşünülemeyeceğinden, İlhan Erdost’un ve başkalarının eziyetin doz aşımı sonucunda yitirilmesinden Mamak’takilerin doğrudan sorumlu olduğu aşikâr. Herhalde o aydınlardan birine yapılacak eziyetin ayarı; darbenin başındakilerin gündemlerini işgal eden dolgun memleket meseleleri arasında yer almamış; şiddet ve eziyet siyasetinin başka siyasi kararlarla uyumu gibi daha stratejik konularla meşgul olmuşlardır.

Artık işkence-başının ne düşündüğü bizi ilgilendirmeyeceğine göre işimize bakıp kendi vicdan muhasebemizi yapmak kalıyor. “Oh olmuş!” tepkisi hınç arka planıyla pek tekin duygu değil. Öfkemizi hangi ceza dozunun yatıştıracağı kararı da bıçak sırtı yerlere sürükleyecek.

 

 

Ama neyse ki elimizde bu durum üzerine serinkanlılıkla düşündürecek bir çıkış noktası var: 20. Yüzyıl sosyal felsefecilerinden Hannah Arendt’in tavrı ve kitabı.

 

 

Arendt tanınmış bir Yahudi anti-faşist, anti-otoriter düşünür olarak iki savaş arası Avrupası’nın malum koşullarında barınması pek mümkün olmayanlardan ve çoğu meslektaşı gibi Amerika’nın sığınıp barınma hakkı verdiklerinden… Ama O olağan dışı olanı yapıp bu sadece modern dünyanın değil, insanlık tarihinin en barbar ve hazin hatıralarıyla yüklü ortamın ardındaki psişik mekanizmayı da merak edip Nazilerin yargılandığı mahkemeleri izlemiş.

Vardığı ve kitabında sergilediği sonuç şaşırtıcı: Onlarca kişiyi birden tek harekette öldürecek zehirli gaz vanasını raftaki dosyaları tanzim eden vazifeşinas memurun rehavetiyle açmışlar. Zaten katledilecekleri besbelli o insanları aynı vazife aşkıyla evlerinden o kamplara sürüklemişler… Tabii durumdan vazife çıkaran bir işgüzarlıkla kendine canilik alanı açtığını tahmin etmek de zor değil. 

 

 

Oğuzhan Müftüoğlu’nun nehir söyleşi kitabında anlattığı sahne çarpıcıydı.12 Mart dönemi işkencesindeyken işkencecileri aniden bırakıp gitmişler. Sonra öğrenmiş ki; M. Çayan ve arkadaşlarının Kızıldere’de kulübe irisi toprak duvarlı çürük-çarık dayanıksız bir samanlık ahıra sığınarak sıkıştırıldıkları haberi gelince birkaç el de biz ateş edelim diye üşenmeden atlayıp Kızıldere’ye hareket etmişler. Beğenmedikleri anayasal düzeni değiştirme niyeti dışında bir suçtan hüküm giymemiş Çayan ve arkadaşlarına kimse sempati duymak zorunda değil ama Denizler gibi idam hükmü de almamış ellerinde tabanca-tüfekten öte, top-bazuka vs. silah bulunma ihtimali olmayan bir düzine genç.  Bir tabur askerce kuşatılmış. Nereden bakılsa orantısız güç ilişkisi… Ankara’daki işkence işlerini bırakıp kilometrelerce uzağa koşturan o birkaç üniformalının kendilerini tatmin dışında katabileceği bir şey yok. Yine de şölen belledikleri o yargısız infaz katliamında bulunmayı vazife bellemişler. Şuursuz/sıradan kötülüğün daha az çetrefil sahnesi de yine 12 Mart zamanından ve bir dostumun sözlü anısından: İşkencecisi bir eziyet aralığında bacak bacak üstüne atarken karşılıklı oturdukları masanın altından dizine dokununca “Pardon!” demiş de o da üzerine  “Estağfurullah aramızda lafı olmaz!” diyememiş.

Dolayısıyla kötülüğün kaynağı ne tek başlarına Hitler, Göbels gibi kötülüğün merkeziyetçi müdürleri ne de azgın kitle psikolojisiyle körüklenmiş bir sosyal/siyasal ortamın açığa çıkardığı psişik kötülük özü [bünyesel yatkınlık] değil. Dünyanın en refah içindeki; bilimsel/teknik seviyesi en gelişmiş coğrafyasında bu dizginlerinden boşanıp istikrarla sürdürülmüş vahşet ortamı yaşadığımız dünyanın sıradan akışından beslenebilmiş; sıradanlığın yeniden ürettiği bir sosyal/siyasal durum. Kötülüğün kaynağını ararken kötüleri de “anlayan” bir empatik tutum diye algılanmış bu tavır Arendt’in en yakın dostlarıyla bile arasını açıp Nazileri insan statüsüne çıkartması nedeniyle davetle gittiği New York’da başına bela olup işsiz, yayıncısız ve yalnız kalmasına neden olmuş. Ama kitabı elimize ulaşmış olduğuna göre bu durum ondan ders almamıza engel değil.

 

 

O dersi almış olanlardan biri de hiç kuşkusuz Rakel Dink: Eşininin göz göre göre katlinin acısı tazeyken veda için toplanmış kalabalığa seslenmek gibi bir imkânsızlıkla başa çıkarken kulaklarımıza onun içli sesiyle nakşolmuş “Bir bebekten katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz …” derken yabancısı olduğu el sokaklarına cinayet işlemek üzere bırakılmış toy bir gence dostane bir anlayışla yaklaşmıyor; ona dahi yaşama hakkını teslim etmeye yatkın bir tutumu sergileyerek can yoldaşının yaşamını adadığı intikam duygusundan hiç nasiplenmemiş anıtsal barışçı mücadelesine şiirsel bir atıf yapıyordu.

Sarkis’in sanatsal bir yorumla Hrant Dink’in gazetedeki çalışma odasının hatırasını tahkim etmek üzere “Hafıza Mekânı” olarak yeniden düzenleyen tutumu da bıçak sırtı durumlara yatıştırıcı tepkinin somut örneği olarak değerlendirilmeli.

 

Sanatçı Sarkis tarafından “Hafıza mekanı” olarak saklanmak üzere yeniden düzenlenen Hrant Dink’in Agos’daki çalışma odası. 

 

 

 

 

- Advertisment -